Yayıncılık İlkelerimizle Yarını Kucaklamak…
PEN Yazarlar Derneği Türkiye Başkanı, gazeteci, yazar, eleştirmen, aktivist Zeynep Oral, sansür ve otosansür kıskacında gitgide sıkışan yayıncılığımızı, Türkiye Yayıncılar Birliği’nin hazırladığı “Yayıncılık İlkelerimiz” metni ekseninde yorumluyor.
Zor günlerden geçiyoruz. Keşke boğuşmak zorunda kaldığımız tek virüs koronavirüs olsaydı. Yoksulluk virüsü, işsizlik virüsü, hukuksuzluk virüsü, ayrımcılık ve ötekileştirme virüsü, kadın cinayetleri virüsü, savaş ve şiddet virüsü… Yasaklar, baskı, sansür virüsü de var tabii! Bu virüslerin hepsi düşünce, düş kurma ve ifade özgürlüğünü hedef alıyor! Yani edebiyatı ve yayın dünyasını.
Sansür, geleceği ipotek altına alma tutkusudur.
Sansür, bir tehdit, baskı ve şiddet aracıdır. Karanlığın bir başka adıdır. Cehaletle ve korkuyla beslenir. Otoritenin kamçısı niyetine, cezalandırmak, korkutmak ve gözdağı vermek için kullanılır.
Sansür bir insanı susturmak demektir. Bir insanı susturmak, onun varlığını inkâr etmektir. Bir tür ölümdür. Sansür, yaşamın çokrenkliliğini, çoksesliliğini, tek sese ve tek renge dönüştürme gayretidir. Düşlerimizi, düşüncelerimizi ve içinde yaşadığımız gerçekliği engelleme çabasıdır. Sansür, geleceği ipotek altına alma tutkusudur. Yalnız bugünü değil, yarını da tehlikeye atar.
Bu içeriği hazırladığım günlerde, değerli yazarımız Orhan Pamuk’a, daha önce takipsizlik verilen bir dosyadan yeniden soruşturma açıldı. Utanç verici! Bu millete asıl kötülük edenler kitap okumayan, okuduğunu anlamayan, edebiyatın E’sinden haberi olmayan, hukukçu geçinen kendini bilmezlerdir! Utanç duymamın kaynağı, ne Orhan Pamuk’un Nobel Ödülü sahibi olması ne de bir avukatın Türkiye’yi dünyaya rezil etme çabasıdır. Utancın kaynağı, iyi bir yazara ve okurlarına yapılan hakarettir.
Politik, ekonomik, psikolojik sansür hiç fark etmez; ama en tehlikelisi otosansürdür. Dışarıdan değil, içimizden gelen sansür! Otosansür, karanlığı içselleştirmektir. Karanlığı içselleştirmek, tıpkı hep yakınmak, karamsar olmak, bardağın boş yarısını görmek gibi bulaşıcıdır. Otosansür, insanın içindeki korkuyu ve karanlığı, çevresine yayması demektir.
Yazar, çevirmen, çizer, editör, matbaa ve yayınevi çalışanları, gazeteci, akademisyen, öğrenci, hatta tüm okurların sansür ve otosansürden etkilenmemesi olanaksızdır. Etkilenme deyince; suskunluktan yargılanmaya, hapisten kitap toplatılmasına, açlığa mahkûm edilmekten gerçeklere ulaşamamaya, iflastan bunalıma, sonsuz sayıda örnek verebiliriz.
Politik, ekonomik, psikolojik sansür hiç fark etmez; ama en tehlikelisi otosansürdür. Dışarıdan değil, içimizden gelen sansür! Otosansür, karanlığı içselleştirmektir.
100 yıllık bir gelenek: PEN!
Türkiye Yayıncılar Birliği’nin her yıl yayınladığı Yayınlama Özgürlüğü Raporları’nda tüm yasaklamaları, baskıları, hukuksuzluğu, zulmü görmek mümkün. Hapisteki yazarları, gazetecileri, bitmek bilmez davaları, soruşturmaları, attıkları bir tweet nedeniyle hayatı karartılan insanları, eleştiri hakkının nasıl “vatan hainliği” ya da “terörizm” diye nitelendirildiğini görebiliriz.
Bu karanlık tabloya karşın umutsuz muyum, karamsar mıyım? Asla! Nedenini biraz dolaylı yoldan anlatmak isterim. Çünkü bu konuşmayı, sadece 50 küsur yıllık bir gazeteci, yazar, feminist ve aktivist olarak değil, aynı zamanda PEN Türkiye Yazarlar Derneği Başkanı olarak da yapıyorum.
Uluslararası PEN Yazarlar Derneği bundan tam 100 yıl önce, 1921’in Ekim ayında, Catherine Amy Dawson Scott adlı kadın bir yazar tarafından İngiltere’de kuruldu. Amacı edebiyatı yüceltmek, dünya edebiyatı ve edebiyatçıları arasında iletişim kurmak, düşünce ve ifade özgürlüğünü savunmaktı. Bugün UNESCO’ya bağlı bir kuruluş olan PEN’in dünyanın çeşitli ülkelerinde 150 merkezi var.
Gelin görün ki, bir kadın yazarın kurduğu bu uluslararası kuruluş, neredeyse 100 yıl boyunca erkekler tarafından yönetildi. Üyelerinin çoğu zaten erkekti. 2016’da ilk kez bir kadın yazar başkan olarak seçildiğinde, kadın yazarlara o zamana kadar yapılan haksızlıklar, yok saymalar, küçümsemeler yavaş yavaş ortaya çıktı. PEN’in 100. yıl kutlamalarına az bir süre kala, kadın yazarlara, edebiyatın ve yayın dünyasının kadın çalışanlarına karşı ayrımcılığı ortadan kaldırmaya yönelik çalışmalar yapıldı. İlk kez PEN’in tüzüğüne eklenmek üzere bir kadın manifestosu ilan edildi.
Kadın Manifestosu’nda “PEN, gerek ev duvarları arasında, gerekse kamu alanında kadına yönelik tüm şiddet biçimlerinin tehlikeli sansür türlerine yol açtığı görüşündedir,” diyorduk. Aynı manifesto metninde, “Dünyanın her yerinde kültür, din ve gelenek, çoğu kez insan haklarından üstün tutulmakta, kadınlara ve kızlara zarar vermeye yönelik birer gerekçe sayılmaktadır,” dedik. Edebiyat ve yayın dünyasında çalışan ya da çalışmak isteyen tüm kadınlara yönelik şiddetin giderilmesi, fırsat eşitliği, emeğinin karşılığını bulması için çalıştık. Uluslararası PEN’in kuruluşundan tam 97 yıl sonra nihayet bu konular gündeme gelebildi.
Bizim manifestomuz: “Yayıncılık İlkelerimiz”!
Rastlantıya bakın ki, geçen yıl bu zamanlarda (Aralık 2020) Türkiye’de de edebiyat çevreleri, kadın yazarlara ve çalışanlara yönelik korkunç, utanç verici taciz haberleriyle sarsıldı. Dünyayı saran #MeToo (Ben de) hareketine Türkiyeli kadınlar da katıldı. Bireysel ve kurumsal öfke patlamaları, suçlamalar, savunmalar, hak arayışları, protestolar birbirini izledi.
Bir başka kadın yazar, Halide Edip Adıvar tarafından kurulan PEN Türkiye şemsiyesi altındaki çeşitli kurumların temsilcileri olarak bu süreçte bir araya geldik. Türkiye Yazarlar Sendikası, Türkiye Yayıncılar Birliği, Çevirmenler Birliği, İstanbul Barosu Kadın Kuruluşları olarak ele ele verdik ve çalışmalara başladık.
Bizler; yazar, yayıncı, editör, çevirmen, çizer, yayınevi, matbaa elemanları olarak profesyonel davranış ilkelerimizi edebiyat ve yayıncılık dünyasının her alanına nasıl yayabilirdik? Yönetsel gücün kötüye kullanılmasını, ırkçılık, cinsel taciz, mobbing, göz korkutma, sindirme, yıldırma, kayırma gibi zorbalıkları nasıl önleyebilirdik? İş akitlerine ve sözleşmelere cinsel tacizle ilgili maddeler koyabilir miydik? Tacize karşı eğitim ya da önleyici sistemler sağlanabilir miydi? Tacizi yapana kınama, uyarı; tacize uğrayanlara psikolojik ve hukuki destek verilebilir mi? Bireylerin yaşam tarzına, düşünce biçimine saygı gösterilmesini nasıl sağlarız? Bireyin yalnızlaşmasını ya da yargısız infaz edilmesini nasıl engelleyebiliriz? Bu ve benzer soruları irdeledikten sonra, sektörün farklı alanlarındaki çalışanlarla görüşmeler ve araştırmalar yaptık. Bu soruları da yanıtlayan bir metin oluşturduk.
Bu girişimle, her tür ayrımcılığa ve şiddete karşı çıkan, eşitlikçi çalışma ortamını sağlama yolunda önemli bir adım atıldı. Bireyin farklılığına, düşünce ve duygularına, her tür seçimine ve tercihine saygılı; çağdaş ve evrensel değerlere dolayısıyla da toplumun tüm gereksinimlerine sahip çıkan, kucaklayıcı bir metindi bu.
“Yayıncılık İlkelerimiz” başlıklı bildiriyi 2021’in Haziran ayında kamuoyuna duyurduk. Tüm yayınevleri ve üyelerimizle paylaştık. Bu da bizim manifestomuz oldu. Yöneten ve yönetilen ayrımı gütmeden, tüm kesimleri kucaklayan ortak bir ruhla hazırlanan metnin, birçok mesleki kuruluş ve yayınevi tarafından benimsenmesi, yayıncılığımızın geleceği için hepimize umut verdi. Hem kurumlararası bu dayanışma hem de her kesimi kucaklama tavrı hepimizi güçlendirdi.
Umutsuz muyum, karamsar mıyım? Asla!
Artık başlarken sorduğum soruyu yanıtlayabilirim: Bugün içinde yaşadığımız karanlık tabloya karşın umutsuz muyum? İnsan hakları ihlallerine, her geçen gün daha da çok baskı gören düşünce ve ifade özgürlüğüne, topluma egemen olan sansür ve otosansüre, bunca ağır ekonomik ve politik tehdit altında ezilmemize karşın umutsuz muyum, karamsar mıyım? Hayır, asla!
Hiç umutsuz değilim, umutluyum. Bu umut, edebiyatın özünden kaynaklanıyor. Bu umut, ülkemin gençlerine olan inancımdan. Çünkü edebiyatın ve tüm sanatların özünde yaratıcılık yatar. Her yaratıcı eylem de ileriye yöneliktir, geleceği hedefler. Hangi duygu ve düşünceleri, hangi renkleri ve sesleri içerirse içersin; seçimlerini hangi bilgiden, hangi birikimden ve gözlemden alırsa alsın; içinde yaratıcılığı barındırıyorsa eğer, gücünü mutlak ve mutlak özgürlükten, özgür düşünceden, özgür düşlerden alacaktır.
Koşullar ne olursa olsun, edebiyatın ve yayıncılığın sürdüğü bir ülkeden asla umut kesilmez, kesilemez!
Genç yazar, ulaşılamayana ulaşmak için yanıp tutuşacaktır. Sınırları aşmak, bilinmeyenle köprüler kurmak, ufuk çizgisini daha ileri götürmek için didinecektir. Çünkü yaratıcı eylem, genç yazar için yeryüzünü, dünyayı, çevresini, en yakınını, en uzağı, hayatı ve kendisini anlama, sözcükler aracılığıyla bütün bunları sevme yöntemi olacaktır. Sevmek emek ister. Emeğini, yapabileceğinin en iyisini yapmaya yöneltmek gerekir. Sevmek, direnmeyi de içerir.
Genç yazar o sevgiyle, o tutkuyla arasına girecek olan her engel, her baskı, her duvar, her yasağa karşı direnmeyi seçecektir. Soracak, sorgulayacak, öğrenmek için didinecek, mücadele edecek, daha derine inecek, daha uzağa, daha uzağa, gökyüzüne, yıldızlara uzanacaktır belki. Yaşamla, dünyayla, insanla, doğayla kurduğu tüm ilişkilerde, sözcüklerin kapsadığı anlamların, çok daha geniş alanlara yayılması, sınırsız çağrışımlara açılması, daha yoğun dokunuşlara ulaşması için uğraşacaktır.
21 yüzyıl önce Romalı düşünür, yazar Seneca söylemiş: “İyilik nedir?” diye sormuş; “Bilgidir,” demiş. “Kötülük nedir?” diye sormuş; “Bilgisizliktir,” demiş. Öyleyse bence genç yazar da iyiliği, yani bilgiyi seçecektir.
Koşullar ne olursa olsun, edebiyatın ve yayıncılığın sürdüğü bir ülkeden asla umut kesilmez, kesilemez! Çünkü edebiyat yaratıcılıktır, geleceği hedeflemektir, özgürlüktür, direniştir, sevmektir, emektir, dayanışmadır. Sonsuz öğrenmektir.
Unutmayın, susturulmaya çalışılan her ses, yasaklanan her sözcük, dünyanın her yerinde yankılanır!