Çocuğun edebiyat hakkı
Çağdaş edebiyatımızın önemli öykücülerinden Behçet Çelik, her yaştan okura dokunan yazarlık veriminden ve avukatlık mesleğinden süzdüğü birikimiyle, çocuk ve genç okurun haklarını edebiyat ve hukuk çerçevesinde ele alıyor.
İyi bir edebiyat eserinin bizim üzerimizde ilk anda fark edemediğimiz, ama sonraları unutamayacağımız etkileri olur. Bunların başlıca ikisi, bizi özgürleştirmesi ve içimizdeki saklı yaratıcıyı dürtmesi, harekete geçmesi için onu iteklemesi, özendirmesidir.
Kelimeler, edebiyat eserlerinde öyle bir ahenk ve kurgu içerisinde, öyle bir üslupla bir araya gelirler ki, sözlüklerdeki anlamlarını aşar, yeni anlamlara bürünür, çoğalırlar. Kelimeler sözlük anlamlarından özgürleşmiş olurlar böylelikle. Edip Cansever’in “Yerçekimli Karanfil” şiirini okurken, “karanfil” kelimesi bizim için bir bitki olmanın ötesine geçer, uçan, uçuşan, uçuran bir şeye dönüşür. Yerçekimsiz bir dünya mümkün görünür o anda gözümüze, kelime sözlük anlamının tam tersi bir şeyi işaret etmeye başlamıştır.
Kelimelerin bir edebiyat metni içerisindeki bu özel birlikteliğiyle dil, düz bir mesaj iletmenin ötesine geçer. Bu sayededir ki, edebiyat metninden bize cümlelerin yanı sıra duygular, anlamlar, kısacası hayat geçer, taşınır. Zihnimiz de alışageldiği gibi çalışmayı bırakır, kendimize, başkalarına, evrene farklı muhakemelerle bakmaya başlarız. Bize önceden öğretilen bakış açılarındaki sınırlar da gevşer, genişler.
Önkoşulsuz edebiyat mümkün mü?
Edebiyat eseri, okurun katılımına muhtaçtır. Dolayısıyla metnin bize sunduğu yeni “muhakeme” salt yazarın bize gösterdiği, önerdiği ya da dikte ettiği değildir. İşin içine bizim dünyamızın, ruh halimizin, okuma biçimimizin, fikrimizin, zikrimizin de katıldığı, bize özel bir muhakemedir. Yaratıcı bir esin bizi kuşatmış, muhakememiz de bu esinden payına düşeni almıştır.
Edebiyatın insanı özgürleştiren ve ondaki yaratıcı esini kışkırtan özelliklerini düşündüğümde, edebiyat ile eğitim kelimelerinin yan yana gelmesinden çekindiğimi, korktuğumu itiraf etmeliyim. Edebiyatın eğitime alet edilmesinin çok yakınlarındaymışız hissine kapılıyorum. Edebiyatı başka şeylerin savunuculuğuna alet etmek, onun var oluş nedenini ortadan kaldıran bir yaklaşımdır.
Edebiyat önkoşulsuz olmak zorundadır. Edebiyatçı, bir edebiyat yapıtı ortaya koymak için kalemi kâğıdı eline alır; başka bir amacı, emeli yoktur, olmamalıdır. Yazara herhangi bir önkoşul dayatmak, onun ve yazacağı metnin, (dolayısıyla okuyacak olanların da) özgürlüğünü ve yaratıcılığını sınırlandırmak, yani edebiyatı ortadan kaldırmaktır. Özgürlükten ve yaratıcılıktan uzak bir edebiyat düşünemeyiz.
Edebiyat hak mıdır?
Tüm bunlar, edebiyatın bize hiçbir şey öğretmediği, bizi eğitmediği anlamına gelmez. Şunu da unutmamak gerekir: Edebiyatın bize sunduğu bilgi, çok özel bir bilgi türüdür. Gündelik hayat bilgisi olmadığı gibi, akademik bir bilgi de değildir. Belki bir tür duygusal eğitimdir ya da yaşam eğitimidir, aynı zamanda bir dil eğitimidir. Ama dilbilgisi kurallarının değil, dilin neleri, nasıl ifade edebildiği ya da edemediği hakkında, dilin, düz iletişimin ötesine nasıl geçebildiğini ve dil duygusunun, dil bilincinin gelişmesiyle zihinlerimizin nasıl açıldığını görerek, duyarak öğrendiğimiz bir eğitimdir.
Bu özel türdeki bilgiyi edinmek, daha özgür ve daha yaratıcı olmanın teşvik edildiği tarz ve yollarla eğitim görmek, dünyaya bir de edebiyat eserlerinin baktığı yerden bakmak, çıplak gözle gördüklerimizin ötesine geçmek, yüreğimizle aklımızın birlikte iş gördüğü bu çok özel deneyimleri yaşamak herkesin, ama en çok da çocukların hakkıdır.
Gelgelelim, edebiyat ve eğitim kelimelerinin yan yana durmasından ürktüğüm gibi, “edebiyat” ve “hak” kelimelerinin bir araya gelmesinin de beni şaşırttığını itiraf etmeliyim. Böyle bir haktan söz edildiğini daha önce duymamıştım, aklımın ucundan da geçmezdi doğrusu. Fakat biraz düşündükten sonra, “Neden olmasın?” dedim. Edebiyatta her şeyi başka bir şeye ulamak, aralarındaki bağları ya da bağsızlıkları sorgulamak, irdelemek, tartışmak mümkündür; imkânsızın, saçmanın, olmaz artık’ların lügatten düştüğü alandır edebiyat nihayetinde.
Yasalar ve vicdan
Hukuk açısından ise, hukukçuların (bence büyük bir yanılgıyla) “yürürlükteki hukuk”tan yola çıkmak gibi sakatlanmış bir bakış açısıyla meseleye yaklaşmasına ilk anda tepki duydum. Oysa hukuk fakültelerinde, bir de “olması gereken hukuk” öğretilir. Buradaki kıstas, yasa, anlaşma ya da sair mevzuat değildir. Vicdandır; insanların, toplumun ihtiyacıdır. Üstelik, edebiyat hakkıyla ilgili bir düzenleme olmadığını da düşünmüyorum. Belki bu başlıkla değil, ama mevcut düzenlemelerde “edebiyat hakkı”na da yer var.
İnsan haklarını araştıran hukukçular bunları kuşaklara ayırır. Birinci kuşak haklar, sivil, siyasi ve kişisel haklardır. Başta yaşam hakkı olmak üzere, kişiyi devletin ve diğer kişi ve grupların saldırılarından, baskılarından korumayı, kişinin insanca yaşamasını sağlamayı temel alan haklardır bunlar. İkinci kuşak haklar, sosyal, ekonomik ve kültürel haklardır. Üçüncü kuşak haklar ise, literatürde dayanışma hakları olarak adlandırılır; barış hakkı, gelişme hakkı, çevre ve insanlığın ortak malvarlığının korunması gibi haklar bu grupta ele alınır.
Gelişme hakkı olarak edebiyat
“Edebiyat hakkı”ndan söz edeceksek, edebiyatın kişinin kendisini geliştirmesindeki rolünün azımsanmayacak önemde olması nedeniyle, bana en uygun yer olarak “gelişme hakkı” göründü. Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde geçen, “Taraf devletler, çocuğun hayatta kalması ve gelişmesi için mümkün olan azami çabayı gösterirler,” hükmünü de bu bağlamda değerlendirebiliriz.
Aynı sözleşmedeki, “Çocuğun; özellikle toplumsal, ruhsal ve ahlaki esenliği ile bedensel ve zihinsel sağlığını geliştirmeye yönelik çeşitli ulusal ve uluslararası kaynaklardan bilgi ve belge edinmesini sağlarlar,” hükmünün devamında, “Çocuk kitaplarının üretimini ve yayılmasını teşvik” etmek de taahhüt edilmiştir. Çocuk kitapları, sözleşmedeki eğitimle ilgili paragrafta değil, çocuğun gelişimiyle ilgili maddede bulunur.
Bu nedenle edebiyattan söz ettiğimizde, eğitimden çok “gelişme”den söz etmek gerekir. Çağdaş eğitim yöntemlerinde öğrencinin pozisyonunun giderek daha etkin hale geldiğini bilmeme rağmen, eğitim sürecinde öğrenciler eğitmenlerine oranla daha edilgen durumda. Oysa, gelişmeden söz ettiğimizde eylemci, baştan itibaren öğrencinin kendisidir –adı da öğrenci değildir zaten.
Edebiyat eseri de bu anlamda bir eğitmen değildir; kendini geliştirme yolundaki kişiye yol gösterecek bir mentor ya da guru gibi de düşünmemek gerekir. Edebiyat doğru yolu göstermek için okurun elinden tutmaz. Somut evrende geçen bir hikâye anlatır, bu hikâyenin kuşkusuz okullarda öğretildiği, sınavlarda sorulduğu gibi bir “anafikri” vardır. Ancak bu anafikir tek başına yeterli olsaydı, bizim o edebiyat metnine ihtiyacımız olmazdı.
Anafikir bir soyutlamadır. Onu bulmaya çalışmak, ifade etmek önemsizdir, demiyorum; ama bir metni edebi kılan anafikri değil, çizdiği evren ve bunu yaparken kullandığı dil ve anlatımın anafikre nasıl hizmet ettiğidir. Edebi bir metin okumak, anafikire ya da yan fikirlere götürecek soyutlamaları bulup kavrama uğraşı değildir, o metinde bize sunulan “duyumsanabilir deneyim”i yaşamaktır.
Edebiyat ne işe yarar?
İşte edebiyat, bütün bunları yaparken kişinin dille, kendisiyle ve başkalarıyla ilişkisinin değişip gelişmesine etki eder. Bize farklı bir hissetme ve düşünme (belki de ikisinin karışımı olan başka bir etkinlik) eğitimi verir, yollar sunar. Kuşkusuz, bu farklı düşünme imkânına herkesin erişebilmesi çok önemli. Bu nedenle bile, edebiyat hakkından söz edilebilir.
“Edebiyat ne işe yarar?” sorusu, yüzyıllardır edebiyatçıların ve düşünürlerin tartıştıkları bir soru olagelmiştir. Bu soruya günümüzde verilen yanıtlar da çoğunlukla edebiyatın bireyi nasıl ve ne yönde değiştirdiği, başka bir deyişle “geliştirdiği” noktasına odaklanıyor. (Edebiyatın öncelikle dilsel bir etkinlik olması nedeniyle, gelişimin dil boyutu es geçilmemeli, aksi halde edebiyat, son yılların popüler kişisel gelişim kitaplarına indirgenmiş olur.)
Kişinin kendisini ve başkasını tanıma yetisi edebiyatla daha mümkündür. Kendimizi başkasının yerine koymak, onun yazgısından etkilenmek, onun mutluluk ve acısını kendi mutluluğumuz ve acımız olarak yaşamak… Bunlar sadece bizi daha iyi insanlar yapmaz, aynı zamanda sağlıklı toplumsal ve bireysel ilişkiler kurmamıza da yardımcı olur.
Taklit mi, temsil mi?
Bir çocuğa kitap önermekten öte, onu okumaya zorlamak, edebiyattan beklediğimiz büyülü etkinin önünde bir engel teşkil etme riski taşır. Edebiyatın bize öğrettiklerinin, gösterdiklerinin farklılığı öncelikle haz almaya dayanır. Ancak haz da aldığımız bir uğraş olduğunda, edebi bir metindeki kişilerle özdeşleşme mümkün olabilir.
Belki bunu da önceleyen bir başka noktadan söz etmek gerekir: Çocuğun dünyanın temsillerinden zevk alması. Edebiyat, bir taklit değil, temsildir. Edebiyat metinlerinde dünya taklit edilmez, temsil edilir. Çocuklardan konuşurken şanslı olduğumuz bir nokta var: Çocuklar temsilleri sever, ona bayılırlar. Oyunları düşünelim. Hemen her oyun dünyanın bir temsilidir; sadece evcilik, kovboyculuk değil, saklambaç, körebe gibi oyunlarda da bir temsil ilişkisi yaratılır.
Dolayısıyla her çocuğun her oyunu sevmemesi gibi, her çocuğun her kitabı sevmesi de beklenemez. Çocuğun edebiyat hakkından söz ettiğimizde, zevkine, yaşına, isteğine uygun edebiyat kitaplarına ulaşma imkânlarından konuşmamız gerekir. Edebiyatın özgürleştirici, yaratıcılığı kışkırtan, başkalarını anlama ve bütün bunlar sayesinde kişinin kimliğini bulmasına, gelişimine yardımcı olan gücü, biraz da okur ile metin arasındaki ilişkinin gelişigüzelliği, rastlantısallığı sayesindedir. Belirli kitapların belirli yaş ya da durumdaki çocuklar üzerinde mutlak surette nasıl bir etki yaratacağını bilemeyiz, kestiremeyiz. Bu matematiksel bir durum değildir.
Çocuk okurun hakları
Çocuğun önündeki seçenekleri artırmak gerektiği gibi, ona başka haklar da tanımak gerekir. Çocuğun sevdiği kitaba ulaşabilmesinin kolay olmasının yanında, sevmediği kitabı okumadan bırakabilmesi ve bir başka kitaba geçebilmesi de gerekir.
Daniel Pennac’ın Roman Gibi’sinde yer alan “Kitap Okurunun Hakları”ndan biri de, “bir kitabı bitirmeme hakkı”dır. Çocuklara bu hakkı vermediğimiz ve onları ellerine tutuşturduğumuz her kitabı baştan sona okumaya zorladığımız takdirde okuma sevgisi değil, kitap nefreti aşılarız. Bizim belirlediğimiz iyi kötü ayrımlarını da bir tarafa bırakmalıyız ki, ne okuyacaklarına kendileri karar versinler. Okuma sevgisini Tommiks, Teksas okuyarak kazandık biz. Tür ve tema korkusuna kapılmamak gerekiyor. Okur ile kitap arasındaki “kişiye özel” ilişki bunu gerektirir.
Çocuğun edebiyat hakkının önemli bir bileşeni de onun içerisinden dersler çıkarılacak “edebiyat” kitaplarından korunması olmalı. Ne yazık ki, böyle bir zihinsel alışkanlık mevcut. Edebi metinlerin olumlu ya da olumsuz örnek hayatlar sunması; kurgudaki akışın ve olayların birbirini takip edişinin okurun bir şeyleri anlamasının, farkına varmasının, daha açıkça ifade edersek, bir şeyler öğrenmesinin aracısı olması bekleniyor. İki yıl önce Zeynep Cemali Öykü Yarışması’nda seçici kurul üyeliği yaptığım zaman da gözlemiştim, yarışmaya katılan öykülerin büyük bölümünde buna benzer bir yapı ve yaklaşım vardı.
Az kitap mı, az okuma mı?
Bir haktan söz ediyorsak, bu hakkın gereklerinin yerine getirilebilmesi için başkalarına da ödevler düşer. Bireyin yaşam hakkı vardır, bunu korumak devletin görevidir mesela. Çocuğun edebiyat hakkı da, biz yetişkinlere ödevler yüklüyor. Bunlardan biri de onları eğitici edebiyattan korumaktır.
Kuşak farkından söz ederken daha çok kendi zamanımızın güzelliklerini vurgular, artık bazı şeylerin o yıllardaki gibi olmadığını ifade ederiz. Çocukların dünyalarıyla bizim onların yaşında olduğumuz dünya arasındaki farklar çok fazla. Dijital çağ, çocukların ve gençlerin ellerinde daha az sayıda kitap görmemize neden oluyor, ama bu onların daha az okudukları anlamına mı geliyor? Web siteleri, bloglar, forumlar… Bunlar belki edebi bir metnin sunduğu pek çok şeyi sunmuyor, ama okuma alışkanlığının gelişimine yardımcı olduklarını inkâr edemeyiz. “Okuma alışkanlığı edinme” hakkını edebiyat hakkının içinde sayamaz mıyız? İleride edebiyat kitaplarına yönelmenin önkoşulu, okumayı sevmek değil midir?
“Yaşın yetmiyor, seneye gel.”
Okuyacaklarını seçebilme hakkı, önündeki seçeneklerin çeşitliliğini de gerektirir. Özellikle ilkgençlik çağı, bir geçiş dönemidir; okuma konusunda da çocuk kitaplarından yetişkin kitaplarına geçiş zamanıdır. Bu özel dönem için yaratılmış “gençlik edebiyatı” diye bir kategori de var. Ama bazı gençler, yetişkin edebiyatından sayılan kitaplara hayli erken yaşlarda atlayıverebilir.
Ortaokulda okurken evimizin yakınlarındaki Adana İl Halk Kütüphanesi’ne giderdim. Bazı yazarları orada tanıdım, sevdim, üzerimdeki emeği hiç az değildir o kütüphanenin. Ama yetişkin kitapları okuyabilmem için biraz daha büyümem gerektiğini söylediklerinde yaşadığım hüsranı da unutamam doğrusu. Babamın kitaplığında bulduğum Orhan Kemal, Sait Faik ve William Saroyan’ın öykü kitaplarını okumuş ve çok sevmiştim. Onların başka kitaplarını da okumak istiyordum. Ama bana, “Yaşın yetmiyor, seneye gel,” demişlerdi. Çok bozulmuştum ve bu tutumun nedenini hiç anlamamıştım. Şimdi kendimce gerekçeler bulmaya çalıştığımda da bu sınırlandırmayı haklı bulamıyorum.
Bazı kitaplar bekler mi?
Sözünü ettiğim korkunun nedeni, gencin kendisine ağır gelecek kitaplarla boğuşurken okuma zevkini yitirmesiyse, bunun çaresi basit. Daha önce de söz ettim; başladığı kitabı bitirmeme, yarım bırakma hakkı olan gençlerde böyle bir sorun olmayacaktır. Behçet Necatigil’in eşsiz dizesidir, “Bazı şiirler bekler bazı yaşları.” Bu dizeyi, “Bazı kitaplar bekler bazı yaşları,” şeklinde düşünmek de mümkün bence. Ama bunu da gençlerin kendilerinin sezmesi gerekir, bizim onlara söylememizin, dikte etmemizin pek bir anlamı olacağını sanmıyorum.
İlkgençlik yılları pek çok alanda sürekli bir arayış dönemidir, ilk tecrübelerin zamanıdır. Bunu göz ardı etmemeli, yetişkin kitaplarına iştahla uzanmış gençlerin iştahını kaçırmamalıyız. Başta vurguladığım gibi, herkesin okuma eylemi biriciktir, kendine özgüdür. Bununla ilgili kararlar vermek, sevmek ya da hüsrana uğramak okura kalmıştır. Sevmek ya da hüsrana uğramak da edebiyata, edebiyat hakkına dahildir.
Genç insan, içinde bulunduğu bu ara dönemde kendisini her şeyden, herkesten uzak duyar. Bu bazen hiçbir zaman doldurulamayacağını düşündüğü büyük bir boşluğa neden olur. Edebiyat bu boşluğu da özel bir biçimde doldurur. Öncelikle, bu boşluğu görme, ona bakma cesareti verir. Kitap okumak bir kaçış gibi algılanır, oysa tam tersine edebiyat okuru pek de farkında olmadan kendisini kovalar.
Yalnızlaştırdığı sanılır ama…
Edebiyatın insanı yalnızlaştırdığı sanılır, oysa bambaşka bir biçimde yalnızlık hissini, korkusunu giderir. Dünyayla, başkalarıyla, hayatla ilgili soruların ve sorunların arşa çıktığı bu dönemde edebiyat, genç insana dünyanın, başkalarının ve hayatın bir parçası olduğunu sezdirir.
Belki zamanla çok şeyi unuturuz, ama konusunu, karakterlerini bile unuttuğumuz ya da çok az hatırladığımız bir kitabın bizde neleri değiştirdiği, kendimizde neleri keşfetmemize katkıda bulunduğu aklımızdan çıkmaz. O kitapla nasıl buluştuğumuz, yolumuzun nasıl kesiştiği de. Hangi kitaplıkta dikkatimizi çekmiş, hangi öğretmenimiz bize onu önermiş, kitap hakkında kiminle üç beş cümlelik sohbetimiz olmuş, o kitabın aklımıza düşürdüğü sorulara kiminle birlikte yanıt aramışız… Edebiyat hakkımızı bize kimler tanımış ve bu hakkımızı kullanmamıza kimler yardımcı olmuş; işte onları hiçbir zaman unutmayız.