Çocuklar ejderhalardan neden korkmaz?
Fantastik edebiyatın önemli eserlerini dilimize kazandıran, “Harry Potter” dizisinin çevirmenlerinden, ON8 Blog yazarı Kutlukhan Kutlu, çocukların ve gençlerin severek okuduğu fantastik edebiyatı, geçmişten günümüze çarpıcı örneklerle inceledi.
Başlıktaki soruyu cevaplamak için, çocukların baktığı yerden bakmaya, onların penceresinden görmeye ve ejderhalardan korkmamanın faydalarının neler olduğunu düşünmeye çalışalım.
Bilimkurgu ve fantezi edebiyatında söz sahibi bir yazar olan Ursula K. Le Guin, 1974’te, edebiyat, hatta sanat tarihi için çok önemli bir makale yazıyor ve soruyor: “Amerikalılar ejderhalardan neden korkar?” Günışığı Kitaplığı’nın büyük bir vukuf örneği göstererek, “Yetişkinler Ejderhalardan Neden Korkar?” olarak çevirdiği bir başlıkla yayımlanan ve başka denemelerin de bulunduğu kitapta yer alıyor bu metin.
Fantastik edebiyat üzerine konuşmaya hazırlanan Le Guin, etrafındakilere, “Fantezi deyince aklınıza ne geliyor?” türevi sorular soruyor. Arkadaşı bir anekdot anlatıyor: “10 yıl önce, falan şehrin kütüphanesindeki çocuk kitapları bölümüne gittim ve Hobbit’i (gelmiş geçmiş en büyük çocuk klasiklerinden biri) sordum; kütüphaneci bana, ‘Ah evet, biz onu yetişkinler bölümünde tutuyoruz; gerçeklerden kaçışın çocuklar için iyi olmadığı düşüncesindeyiz,’ diye cevap verdi.”
Çölde bir vaha
Le Guin ve arkadaşı gülüyorlar ve iyimser bir sonuca varıyorlar: “Son 10 senede, çok büyük bir ilerleme kaydetmişiz. Çünkü artık çocuk eserlerini, fantastik de olsalar, gidip çocuk kütüphanelerinde, en azından kütüphanelerin çocuk bölümlerinde bulabiliyoruz… Ancak, çocuk kütüphanelerinin çölde birer vahaya dönüştüğü gerçeği, sonuçta gene de bir çöl olmadığı anlamına gelmiyor.” Usta yazar bununla da yetinmiyor ve sorgulamaya devam ediyor: “Yetişkinler niçin fantastik edebiyattan korkuyor? Öyle şiddetli bir tepki var ki bunun altında, bu ancak korku olabilir…”
Le Guin’in bu noktadan hareketle yaptığı analiz şöyle özetlenebilir: Yetişkinlerin tepkisi sadece fantastik edebiyata değil, genel olarak kurmacaya karşı tepkileri var. Kurmacayı temelde işe yaramayan, insanın gelişimine katkıda bulunmayan, insanı bir yerden bir yere götürmeyen, donatmayan ve vakit geçirmek için okunan bir şey olarak görüyorlar. Gerçeklerden kaçmak gibi bir şey… Gerçek denilen nedir? Fantezinin gerçek olmadığını kim iddia edebilir?
Anlatılan öyküler, kafamızda büyük bir gerçeklik oluşturur. Gelişimimiz ve nasıl bir insan olacağız sorusunun cevabını oluşturmamız açısından bu öyküler ve yaratılan gerçeklikler, çok etkili faktörlerdir.
Son zamanlardaki popüler kitaplardan biri, tarihçi Yuval Noah Harari’nin kaleme aldığı Sapiens. Kitapta, Umberto Eco’nun söylediği bir şey tekrarlanıyor aslında. İnsanın nasıl bir varlık olduğunu tarif etmeye çalışırsak, hep aynı yere çıkıyoruz: İnsan, öykü anlatan hayvandır. İnsanı farklı kılan, öykü anlatıcılığıdır. Hayatı, var oluşu, kendimizi bu öykülerle anlatıyoruz. Günümüzü idare eden, maalesef en büyük gerçeklik olan para bile büyük bir hikâyedir.
Fanteziyi küçümseme eğilimindeysek, şunu unutmamalıyız: Bizim kurduğumuz öyküler –fanteziler– hayatımızı bir taraftan idare ediyor, bir taraftan da onlar hakkında yaptıklarımız, nasıl yaşadığımızı belirliyor.
Edebiyatın dev aynaları
“Harry Potter” dizisini Sevin Okyay’la çevirdiğimiz süreçte gözlemlediğim kadarıyla, fantastik edebiyata yetişkinlerin verdiği tepkilerden biri de utanmak. Fantastik kitaplar okumayı seven, ama vapurda “Harry Potter” okurken, onu başka bir kitabın içine koyma ihtiyacı duyan bir utanıştan söz ediyorum. Görünmeyi istemiyor, başkaları görmesin ama ben çaktırmadan okuyayım, diyor; çünkü hoşuna gidiyor. Le Guin bu durumu, “Edebiyatta faydayı açıklayamayız. Edebiyat, öncelikle haz alındığı ve keyif verdiği için okunur. Bu cevap sizi tatmin etmiyorsa; edebiyat sayesinde insanın hikâyesini, kendi yaşadığımız şeyi, kaderimizi ve karşı karşıya kaldığımız durumları anlarız,” cümleleriyle açıklar.
Edebiyat bize dev aynaları tutar. Fantezi bu konuda özellikle donanımlıdır. Çünkü bize tutacağı aynalar konusunda birtakım dar fizik kurallarına tabi değildir.
Fantezi hakkında en çok kullanılan kötülemelerden biri de, “Çocuk okuyor ya, iyi. Hiçbir şey okumayacağına bunları okusun,” ifadesidir. “Harry Potter” kitaplarını çevirmeye başladığım ilk zamanlarda, etkinlik için gittiğim bir okulun müdürü, “Bu çocuklar mektup bile okumuyor, ailelerine şikâyet yazsak onu bile okumuyorlar, kâğıda yazılmış hiçbir şeyi okumuyorlar. O yüzden bu kitapları okumalarını önemsedik, en azından bir şey okuyorlar,” demişti. “Okuyor tabii, ama başka bir şey okusa daha iyi olurdu,” tavrındaki burukluğu sezmiştim.
Vakit öldürmek mi?
Olumsuz yorumlardan biri de, fantezinin vakit ziyanı oluşu ve vakit öldürmek için okunmasına dair. İlginç olan, “vakit öldürme” deyiminin, dünyanın en kısa fantastik hikâyesi olması. Bir düşünün, zamanı nasıl öldürürsünüz? Aslında, dilimiz de fantastik kavramlarla dolu.
Fantastik kavramları çok etkili kullanan, ama hiç bu anlamda sorgulamadığımız başka bir dal daha var: şiir. Mesela, Shakespeare’in 19. Sone’si, “Önüne çıkan her şeyi yiyip bitiren zaman,” diye başlar. Tam da bizim zamanı öldürmekte yaptığımız gibi, onu kişileştirir ve her şeyi yok eden bir canavar gibi resmeder. İlginçtir ki, Shakespeare bir önceki sonesinde, “Seni bir yaz günüyle kıyaslayayım mı,” diyerek sevgilisini bir yaz günüyle kıyaslamaya başlar ve kalıplaşmış olan tüm mecazları altüst eder, bambaşka bir şiir ortaya çıkarır.
Doğanın ve kâinatın güzellikleriyle sevgiliyi benzeştirme, divan şiirinde de çok yaygındır. Mecazı kullanmak ve yaratıcılık… Gelmek istediğim nokta da bu. Fantastik edebiyatın en çok etki ettiği şey, yaratıcılık.
Bir çocuğun ilk agulamalarından sonra, en fazla sorduğu sorulardan biri “Neden?”dir. Öğrendiği andan itibaren hiç ucunu bırakmaz, sürekli sormaya devam eder. Çocukların “Neden?” sorularının ardı arkası kesilmez.
Kitaplarından birkaçını çevirdiğim, tanıdığım en obur okurlardan, tüm okurluk kurumunu ve okumanın tarih boyunca bize ne kattığını inceleyen yazar Alberto Manguel, bunu şöyle açıklıyor: “Her olumlama aslında bizi tecrit eder, her yeni soru aslında bizi açar. Çocuklar sürekli ‘neden’ sorusunu sorarak, aslında ufkumuzu her zaman gördüğümüz ufkun ötesine koyarlar, ufukların ötesine bakmayı öğretirler bize.”
Fantastik edebiyat, çocukların doğal mekânıdır. Fantastik anlatılarda çocukların başka bir yere adım atması, kitabın kapağını açıp, o kitaba dalmasına benzetilir. “Narnia Günlükleri”nde Lucy Pevensie ve “Alice Harikalar Diyarında” Alice karakterinin yaptığı neydi? Yetişkinlerin kontrolünden uzakta, kendi keşfettikleri bir şeyin içine adım atmaktı.
Resimli kitaplardan çizgi romanlara…
Beni okur yapan şey, çocukken kendi kendime kitap keşfedebilmiş olmamdır. Evimizde resimli kitaplar vardı; henüz okuma yazma bilmediğim için, resimleri ilgimi çekenleri anneme okuturdum. Belirlediğim yerleri işaretlemek için de çorap koyarmışım kitap arasına. Resimlerle ilişki kurabildiğim için, zamanla çizgi romanlara terfi ettim.
Halen çok iyi okur olduğunu bildiğim insanlar, çizgi roman okumamı kötülemez, teşvik ederlerdi. Biliyorlardı ki, çizgi romandan sonra başka kitaplara geçeceğim; nitekim geçtim de.
Okuma zevkini keşfetmiş bir çocuk olarak, evdeki büyüklerin oluşturduğu kütüphanenin karşısında durup, hangisini okusam diye bakardım. Mihail Şolohov’ dan Tolstoy’a, Puşkin’den Dostoyevski’ye kadar uzanan bir kitaplık. Tamamen yetişkinlerin aşina olduğu mefhumlarla örülü eserler. Sürekli toslayıp durdum o kitaplara. Sonunda kendi kendime Jules Verne’i keşfedişimi hatırlıyorum. Le Guin’in dediği gibi, gerçekten bir vaha keşfetmiştim. Verne tek başına beni tutkulu bir okura dönüştürdü. Elime geçen her şeyi okumaya başladım, tek başıma keşfetmeye devam ettim.
“Fantezi hakikattir.”
Fantastik edebiyattaki en büyük yanılgılarımızdan biri de, steril olması gerektiği yönünde. Çocuk edebiyatının çok fazla kılçığı alınmış hikâyeler sunmaya başladığını ve bunun giderek heyecanı yok ettiğini gördüm. “Harry Potter”ı çevirirken benim de hissettiğim bir şeydi bu; giderek karanlıklaşmaya başlıyordu kitaplar. Ama çocukların gözünde öyle değilmiş.
Öğrencilerle söyleşilerimizde, “Harry Potter’ın neyini sevdiniz?” diye sorduğumda; “Samimi ve gerçek geliyor, oradaki çocuklar tanıdığımız çocuklar gibiler,” cevabını veriyorlar. Kitaptaki çocuklar İngiltere’de yaşıyor; okulları bir şato, devasa ortak salonları var; o salonlarda yaşayan envai çeşit garip yaratık var, onlara hizmet eden küçük cinler var ve okulun içinde dünyayı değiştirecek feci bir savaş sürüyor sürekli. Ve çocuklar diyor ki, “Bu bize çok tanıdık geliyor!” Bu durumda Le Guin’in “Fantezi hakikattir,” dediği şeyde bir gerçeklik aramak zorunda kalıyoruz.
Fantezinin kökünü kazımaya çalışırsanız, bunu yapamazsınız. Tekdüzeleştirir, amorflaştırır, şekilleştirirsiniz. Hayal gücü olarak bir yere götürülmeyen çocuklar, onlara paketler içinde sunulanları gerçekten düşü kurulabilecek şeyler olarak görmeye başlar. Villa ya da araba sahibi olmak gibi. İçlerinde bir şeylerin kaybolduğunu hissettiğiniz insanlar gibi.
Çocukluktan yetişkinliğe geçiş, kabuk değiştirmek olmamalı. Çünkü kabuk değiştirmek, çocukluğu öldürme pahasına büyümek demek. Büyümek, serpilmektir. İçinizdeki çocuğun bir şeyleri başarıp ayakta kalması, öyle yetişkin olmasıdır. Bunu başarmış insanlar görmek istiyorsanız, çok paralı insanlara bakmayın. Yola çıkın; dışarıda saçı uzun, çantasını sırtına atmış, başparmağıyla otostop çeken insanları arabanıza alın ve sohbet edin. Hepsi de “Hobbit”i ve Tolkien’i ezbere biliyor olabilir.
Manguel’in “neden” sorusunu sormamak, fantezinin hakikat olmadığını ve safsata olduğunu düşünmek, gerçeklerle kısıtlı yaşamak, toplumun insana sunduğu bir pakettir. Her şeye, bu gerçektir ve arzu edilecek şeydir demek; bütün reklamlara inanmak demektir. Le Guin der ki, “Neden sorusunu sormaya devam eden, merak eden, kurcalayan kişiler, görecelik kuramını da bulabilir, ‘Hobbit’i de yazabilir, bu insanlar yaratıcı insanlar olur.”
Neden hep ejderha?
Ejderhanı Nasıl Eğitirsin adlı birinci kitapla başlayan beş kitaplık dizi “Korkunç Gıcık III. Hıçkıdık”ın yazarı Cressida Cowell, “Ben küçükken ejdarhalar doluydu etrafta,” diye bir not düşmüş. Aslında bu çok özel bir şey. Birçok hikâyede, çocukların öteki dünyaya gittiklerinde tanıştıkları baş şeylerden biri ejderhadır.
Peki neden ejderha? Le Guin neden ejderhayı seçmiştir. Çünkü ejderha, öykülerde korkulan ve insanları yok etmeye, yemeye çalışan karakterdir. Çocukların bundan korkmaması demek; aslında, sadece biz yetişkinlerin yarattığı düşlerden değil, kâbuslardan da korkmamaları demektir.
“Teşvik edin, okusunlar diyorum.”
Titanik, Avatar ve “Terminatör” filmlerinin yönetmeni James Cameron, çocuk oyuncularla çalışmak üzerine, “Oyuncular sette yanlarında çalışan işçileri çok süründürebilir, mükemmelliyetçi olabilirler. Ama çocuklar biraz hazindir, kafalarında neyin normal olduğuna dair bir mefhum yoktur. O yüzden, neye normal derseniz onu kabul eder,” diyor. İşte bu, çocukların kırılgan tarafıdır; her şeyin normal olduğuna inanabilirler. Ama bu, bir yandan da büyük bir esnekliktir. Her şeyi yapabileceği anlamını çıkarabiliriz buradan. Çocukların en iyi yaptıkları şey de bu hikâyelerden esinlenmek ve dev aynalarını kafalarına yerleştirmektir. Çağlar boyu anlattığımız öykülerin yaratıcıları oluverirler.
İmkânsız şeylerden esinlenemeyen insanlar sadece sıkıcı olmakla kalmazlar, toplum için de kısır zihinler olurlar. Buna izin vermemek adına; fantastik edebiyatı bırakınız okusunlar, demiyorum; teşvik edin, okusunlar diyorum. Hayal güçleri hep canlı kalsın. Belki de Le Guin’in dediği gibi, geliştiklerinde, çocukluklarını öldürme pahasına büyümüş yetişkinler değil de, gerçekten ayakta kalmış çocuklar olurlar.