Ders: Öteki Müfredat | Konu: Mektup
Edebiyat verimini, Haldun Taner Öykü Ödülü ve Yunus Nadi Öykü Ödülü gibi saygın ödüllerle taçlandıran, edebiyatımızın öğretmen yazarlarından Murat Özyaşar, öğrencileriyle birlikte çıktığı özel bir edebiyat yolculuğunu anlatıyor.
Hatırlamak için unutmak gerek.
Evet ama, ben ortaokul Türkçe öğretmenimin adını hatırlamıyorum, çünkü unuttum.
Ki bunda bir kusur yok.
Çünkü kimin kime nasıl bir hatırayla kalacağı bilinmez. Ve bazılarının payına unutulmak düşer, hayatın ve müfredatın şaşmaz sonucudur bu.
Beni, dizlerimi kırıp, azar azar unutmaya çalıştıran o müfredat dilinin ta kendisiydi. Yani devlet diliyle kurulmuş o fiiller, benzetmenin o soğuk sıfatları ve bilumum zamirler. Sonra hakim anlatıcı diliyle anlatılan ol hikâyeler…
Olmadı. Olamadı.
Ve aslında as’lolan şuydu: Bir gün bize bir dersliğine bir stajyer öğretmen geldi. O genç adamın adını da hatırlamıyorum, çünkü unutmadım. Çünkü kimin kime nasıl değeceği bilinmez, ama sezilebilir bir şeydir. Çünkü bazı kelimeler, vakti zamanında söylenmişse şayet, insanı yurdundan eder. Çünkü sözün hükmü var ve sözün hükmünün olduğuna inanan bir ırk var. Ve bu ırk, büyüler gibi, birbirine el vere vere, halka halka büyür.
Şimdi parmak kaldırıp gelmek istiyorum asıl meseleye: O genç stajyer hocamın adı Bilal Küçük’tü, hâlâ ve ısrarla hatırlıyor yahut unutmuyorum. Karatahtanın önünde, sesinde bir aşk, bizimle geçireceği sürenin kısalığından, kendisinin geçici bir hoca olduğundan, hâlâ öğrenci olduğundan, bak burası önemli; edebiyatı çok sevdiğinden söz ettikten sonra, o güzel el yazısıyla alınyazıma dokunur gibi, imge ve simgelerle yüklü o şiiri yazdı tahtaya: “Sessiz Gemi”.
Fazlası var eksiği yok, sınıfta varız en az elli kişi. Aslında mesele şiir değil, sesindeki anlatma heyecanı. Öyle ki ve ben öyle sanıyorum ki, dersi ve o şiiri bir tek bana anlatıyor. “Gemi”nin aslında “tabut” olduğundan söz ediyordu durmadan. İyi de “tabut” sözcüğü geçmiyordu şiirde.
Mühürlenmiş ağzımla “Nasıl?” diyordum, “nasıl yani?”
Beni gördüğünden emin değildim elbette, ama beni duyduğuna kuşku yoktu.
Sözün böyle bir gücünün olduğundan, istiarelerle, teşbihlerle, bir sözün bir başka söz yerine kullanılabileceğini söylüyor, ben pürdikkat onu ve “gemi”den “tabut”a dönüşen kelimelerini dinliyordum, en çok da sesindeki heyecanı. Her şeyi değiştirebilme kudretini taşıyordu kelimeler ve bu, acze düşen benim için mucize gibi bir şeydi. Büyülü, tuhaf ve çekici.
O gün bir şey oldu.
O gün, kanıma karışan bir şey oldu.
Kanıma karışan bir şeyle birlikte o gizli elin, bana kelimeler eliyle, el verdiğini hissettim.
Başıma bir şey gelmişti.
Ve tabii ki başıma gelen şeyi, sonra, çok sonra, ancak kendime geldiğimde anladım.
Bunu idrak etmem için yine kelimeler yetişti imdadıma, bunu anlatabilmem için de.
Kelime, Arapça “kelm” sözcüğünden türetilmiş, yani “yara”dan. “Şiir, ihtiyacı olanındır,” demiş ya şair, ona sahip olmadan ama sahip çıkarak sözüne, kelimeler de “yara”sı olanadır. Buna talip olana! O günden bu yana, kelimelerin talebesi oldum ben.
Sonra. Yıllar sonra.
Karatahtanın önündeydim. Arka sıradan bir parmak, havada, unutmayalım diye kaldığımız yeri: “Hocam bugünkü konumuz mektup yazmak,” dedi.
“Tamam,” dedim ben de. “Benim geciktiğim, sizin erken buluşmanızı istediğim bir öykü okuyalım önce.”
Adı: Havva.
“…………”
“Sonra da öldü.”
Madem konumuz mektup yazmak, bir öykü kahramanına neden mektup yazılmasın diye düşündüm ve kaldığımız yerden devam ettim. “Bu kez askerdeki dayınıza ya da çok uzaklardaki akrabalarınıza değil, dileyen Havva’ya mektup yazabilir,” dedim. Sınıfta tuhaf bir sevinç ve peş peşe sorular: “Hocam, Havva’nın halının içindeki kuşu çıkarmaya çalışması, özgürlüğünü istemesi değil mi; annesinin eskilerini giymesi, evin yoksul olduğunu göstermez mi, Havva gerçekten öldü mü?”
Neler yazılmış diye merakla beklerken ben, birkaç gün sonra ellerimde birikti bir sürü mektup: İlköğretim 6. sınıf öğrencilerinden kendisini Havva’yla özdeşleştirip Havva’nın ağzından yazılan mektuplar, Havva’nın öz ailesine yazılmış mektuplar, annenin ağzından ve daha birçok ağızdan, bir arkadaş olarak bizzat Havva’nın kendisine yazılmış mektuplar ve daha niceleri… Üstelik mektup arkalarına bırakılmış eller ve kenar süsleri de cabası…
Bu incelik dolu mektupların adresi ben değilim diye düşündüm.
Bunların mutlaka Havva’ya iletilmesi lazım.
Ne yapabilirdim! İşin buraya kadar varacağını düşünmemiştim.
Vüs’at O. Bener’in telefonuna ulaştım, mektupları kendisine gönderecektim, çünkü Havva’nın en yakın tanıdığı oydu ve bir ihtimal, Vüs’at O. Bener eliyle bu mektuplar Havva’ya ulaşabilirdi.
Nihayet ulaştım o kara anlatı yazarına. Kendisiyle telefondaki görüşmemizde çok sevindiğini, şimdiye kadar aldığı en güzel hediyenin bu mektuplar olduğunu ve sağlık koşulları el verirse –o ara 82 yaşında galiba– Diyarbakır’a gelip bu çocuklarla tanışmak istediğini söyledi. Çok geçmeden de bütün sınıfa bir koli kitap hediye gönderdi.
İçim rahattı ve mektuplar emin ellerdeydi artık.
Aradan geçen zaman içinde Vüs’at O. Bener, TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın onur konuğu oldu, daha çok bilinir, görünür ve okunur oldu. 2005 Haziran’ında da galiba Havva’nın yanına gitti.
Hikâye bitti sandım.
Bir gün Norgunk Yayınları’nın sahibi Alpagut Gültekin, beni arayıp Ayşe Bener’in önerisiyle Havva’ya yazılan bu mektupları orijinal halleriyle kitaplaştırmak istediklerini söyledi. Şaşkınlıkla, “Ama mektuplar bende değil,” dedim. “Biliyorum,” dedi, “mektuplar Ayşe Hanım’da.”
Mektuplar kitaplaşmadan önce orijinal halleriyle Yapı Kredi Kâzım Taşkent Sergi Salonu’nda bir ay boyunca sergilendi. Ekim 2005’te Havva’ya Mektuplar, Vüs’at O. Bener’in Anısına adıyla Norgunk Yayınları tarafından incelikle ve müthiş bir özenle yayımlandı.
Geçtiğimiz aylarda Alpagut Gültekin’le buluştuğumuzda, bu çalışmanın 15 ülkede benzer bir şekilde yapılacağını, her ülkede bir sınıf belirleneceğini, Havva öyküsünün okutulacağını, o çocuklar tarafından Havva’ya mektup yazılacağını, Havva’nın çevirisinin o ülkedeki Orhan Pamuk çevirmeni tarafından yapılacağı bilgisini verdi.
Baran, Zozan, Yağmur, Baransel, Ayşenur, Merve, Deniz, Serpil, Tuba ve A. Kadir ile başladığımız bir hikâyeydi bu. Ve evet, bazı hikâyeler bitmez, aşkla anlatılmışsa.