Dil olmasa dünyayı bu kadar değiştiremeyecektik!

Usta yazar Latife Tekin, “iklim krizi ve yayıncılığımız” temalı yayıncılık konferansının kapanış konuşmasında edebiyat ve yayıncılık dünyasına seslendi.

Bir yazar olarak iklim krizi üzerine düşünürken en çok dili ve dilin sınırlarını zorlamak önemli geliyor bana.  Yazarların ana malzemesi dil. Peki, dil olmasaydı iklim krizi olur muydu? Her şey “dil içi”, bu yüzden dil hakkında daha çok düşünmeliyiz.

Edebiyat, dilin dışına çıkma sanatı.

Edebiyatı, dili kullanarak, dilin dışına çıkma sanatı olarak tanımlıyorum ben. Çünkü dil, insanın yarattığı en sert, en kutsal sayılabilecek aletlerden biri. İnsanın yapısı ve doğası gereği dil, sesten sözcüklere, sözcüklerden cümlelere geçerken canlılığını korumaya, değişmeye ve dönüşmeye devam ediyor. Bu geçiş sırasında bir şey oldu. Başlangıçta doğanın içinde yerimiz kayıpken, dünya üzerindeki diğer varlıklarla eşit biçimde var olurken, öteki canlılardan yavaş yavaş kopmaya başladık. Buna dil neden oldu. Dil olmasaydı belki de türümüz ayakta kalamayacaktı, doğal olarak da dünyayı bu kadar değiştiremeyecek ve zorlamayacaktı.

Bir kitabı yazmaya ya da hayal etmeye koyulduğumda asıl heyecanım ve hevesim, dilin dışına nasıl çıkarım ve dilin sınırlarını imgeye doğru nasıl zorlarım yönünde oluyor. Buradaki “imge” bilinçdışımız, insan dünyasına ait olmayan diğer canlılar, varlıklar, hayvanlar, bitkiler, yıldızlar, yani gözle gördüğümüz ve aynı havayı soluduğumuz bütün diğer varlıklar.

Edebiyatçılardan toplumu düzenlemeleri, yönetmeleri, faydacı bir tavır almaları beklenmemeli. Bazı edebiyatçılar bunu yapmak isterlerse itirazım olmaz tabii ki. Çünkü deneyimin kendisinin, hikâye anlatarak da aktarıldığı bir tarihimiz var. Geleneğin aktarımında dilin, hikâye anlatıcılarının, yazarların da rolü var. Ben kendimi öyle bir yazar olarak tanımlamıyorum. Edebi formun, estetik bir formu olduğunu düşünüyorum. Bunun renklenmesi, çeşitlenmesi, yenilenip tazelenmesi ve dilin dışına, sınırına doğru çekilmesi için elimden geleni yapıyorum.

Dil, insanın yarattığı en sert, en kutsal sayılabilecek aletlerden biri. İnsanın yapısı ve doğası gereği dil, sesten sözcüklere, sözcüklerden cümlelere geçerken canlılığını korumaya, değişmeye ve dönüşmeye devam ediyor.

Edebiyatçının göreve çağrılması…

Dünyada yazı yazarak var olmak çok özel bir deneyim. Edebiyatçılar ister insanlar için ister insan olma deneyimini aşmak için yazsınlar, bu deneyimin kendisini paylaşabilirler. Bu deneyimin kendisini kıymetli buluyorum ve paylaşılması da önemli.

İklim krizi hakkında kullanılan kavramların doğal olarak çok akademik ve yabancı sözcüklerle dolu çeviri kokan bir dili var. Şairler, yazarlar bu akademik ve soğuk dilin duygu yüklü olmasını sağlayabilir, sıcak bir iletişimi mümkün kılabilirler. Bir edebiyatçı bu konuda ne yapabilir? Bunun üzerine düşünebiliriz.

Yazarların toplumu yönlendirmesi, topluma öncülük etmesi hep beklenir. Farklı dönemlerde, koşullarda ve biçimlerde edebiyatçı göreve çağrılır. Meseleleri gündeme getirmesi, tartışması, öncülük etmesi ve hak mücadelesinde yer alması beklenir. Şimdi de sırada batmakta olan dünyayı kurtarma görevi var.

Edebiyatçının, iklim kriziyle mücadele sürecinde olup bitenler hakkında bir farkındalığının olması önemli, yayınevleriyle kurdukları ilişki ve iletişim de bu anlamda çok değerli. Dünyaya daha az zarar veren kitapların yayımlanması için söz sahibi olabilirler. Bunlar işin bir tarafı.

Edebiyatçının asıl işi… 

Edebiyatçının asıl işi, dünyayı gürültüye boğan insanın sesini bir ahenge kavuşturmak.

Benim bir edebiyatçıdan bekleyebileceğim en büyük katkı, dilin bu süreçteki olumsuz rolü üzerinde durması, farkındalık yaratmada söz alması, duyarlılığı dile getirmesidir.

İyi bir sanat eserinin doğaya ait olduğunu düşünüyorum. Sadece roman değil, iyi heykel, iyi resim de doğaya aittir. “Doğaya ait” ifadesiyle ne demek istiyorum? Aşk İşaretleri adlı romanımın girişinde şöyle diyorum: “Kuşların sesi, sessizliği çoğaltır. Rüzgârın uğultusu sessizliği çoğaltır. Peki insanın konuşması? İnsanın konuşması sessizliği çoğaltır mı?”

İnsanın konuşması bence gürültü yaratır. “İnsan konuştuğu için ölüyor,” diyorum o kitapta. Konuştuğumuz için enerji kaybediyoruz ve belki, ölmemize neden olan şeylerden biri de konuşmak olabilir. Biz gürültüyü çoğaltıyoruz. Gürültü de bir kirlilik. Gürültü birçok şeyi doğru kavramamızı, anlamamızı, hissetmemizi de engelliyor. Kendi bedenimizle ya da bizim dışımızdaki bütün varlıklarla kurduğumuz ilişkiyi de zora sokan bir yanı var.

Bu yüzden, edebiyatçının asıl işi, dünyayı gürültüye boğan insanın sesini bir ahenge kavuşturmak. O ahengi bir imgeye dönüştürmek. İmgenin ortaya çıkardığı estetik formu da doğaya geri iade etmek. Sözün kaynağına, sese ve sessizliğe doğru geri dönmek. İklim krizi sürecinde de yaptığımı yapmaya devam edeceğim. Anlattığım hikâyeyi dilin sınırına doğru çekmeye, imgeye doğru yazmaya devam edeceğim. Benim gibi edebiyatçıların böyle bir katkısı olacaktır.

Kurduğumuz dili tekrar gözden geçirdiğimiz, daha temiz, daha renkli, denizlerine girilebilir, gökyüzüne bakılabilir bir dünya bırakalım gelecek kuşaklara. Hayvanlarından bitkilerine kadar üzerimize suçluluk bakışlarının yağmadığı güzel bir dünya…