Edebiyat: Sığınağımız ve direniş mevziimiz…
Edebiyatımızın en önemli romancılarından Oya Baydar, yarım asrı aşkın yazarlık serüveninden, akademide ve edebiyattaki uzun soluklu mücadele deneyiminden süzdükleriyle, Türkiye’de ve dünyadaki edebiyat ortamının bugününü ve yarınını yorumluyor.
Bu zor günlerde dalgalara karşı yüzme azmini, umudunu, cesaretini yitirmemiş olan; hâlâ yazıda, kitapta ve edebiyatta direnenleri; yazarları, çevirmenleri, okurları, yayıncıları, kitapçıları selamlayarak başlamak istiyorum.
Bizler, “Söz uçar, yazı kalır,” sözüne inanmış; kuşaklar boyunca kendini kitaplarla, yazarlarla, edebiyatla zenginleştirmiş dönemlerin çocuklarıyız. Bizim için yazı, kitap, özellikle de edebiyat çok önemliydi. Cumhuriyetin ilk öğretmenlerinden olan annemin, doksan iki yaşında ve artık okuyamaz olduğu son zamanlarında, saatler boyunca elinde ters tuttuğu bir kitapla oturduğunu hatırlıyorum. Okuyamıyordu, ama o elindeki kitapla, yaşadığını ve hâlâ direndiğini hem kendine hem de bizlere kanıtlamaya çalışıyordu.
Bizler beğendiğimiz delikanlıları, markalı giysileri, otomobilleri ya da ceplerindeki parayla değil, okudukları kitaplarla, tanıdıkları yazarlarla, ezbere bildikleri şiirlerle sınardık. Okuduğumuz kitaplarla övünür, edebiyata ilgi gösterirdik. 1950’li yıllarda haftalığımı biriktirip, her hafta Varlık Yayınları’nın kitaplarından birer tane almak için çok çaba gösterirdim. Kitabı bir değer olarak belleyen bu anlayış, bizim kuşağımızdan sonra da devam etti. Umutsuz değilim.
İllerimizde düzenlenen kitap fuarlarına gittiğimde, benim umudum artıyor, karamsarlığım azalıyor. Bir gün fuarda, “Romanınızı kızımız Elif için imzalayabilir misiniz?” diyen bir çift geldi. Ben de uygun bir atıfta bulunabilmek için, “Kaç yaşında Elif?” diye sordum. Genç kadın mahcup bir edayla karnını gösterdi ve, “İki ay sonra doğacak,” dedi. İki ay sonra doğacak Elif’e kitabı imzaladım. İki yıl sonra o çift, kucaklarına Elif’i alıp, “Kızımız Elif’e son romanınızı imzalar mısınız?” diye geldiklerinde gözlerim yaşardı. Bu insanlar, çocuklarına bir değer, bir hazine olarak imzalı kitaplar bırakacaklar.
“Benim için edebiyat, başka insanların sesini, şarkısını, çığlığını duymanın, onları tanıyıp sevmenin; kendi sesimi, çığlığımı onlara ulaştırmanın, seslerimizi birleştirmenin aracıdır.”
Çocuklarımızı da kendimizi de kitabın, edebiyatın değeriyle büyüttük, bununla zenginleştik. Çocuklarımız da bugün kendi çocuklarına kitap, edebiyat, okuma ve yazma sevgisini aşılamaya, tüm bunların değerini anlatmaya çalışıyorlar. Dahası, çocuklar için yapılan kitaplara rağbet artıyor. Yaşadığımız kötü günlere ve koşullara rağmen, bunlar insanı umutlandıran iyi alametler.
Kâğıtobur bir dinozorun kaygıları
Ben bir dinozorum. Seksen yaşım, geleceğin dünyasına kaygıyla yaklaşmama neden oluyor. Üstelik kâğıtobur bir dinozorum. Beyaz kâğıt üstüne siyah harflerle basılı olandır benim gıdam. Dijital medya, internet gazeteleri ve haber siteleri tabii ki habere, bilgiye erişimde kolaylık sağlıyor, ama bir gazetenin ya da derginin yerini asla tutmuyor benim için. Hele de edebiyat söz konusu olduğunda.
Böyle bir dinozorun, dizüstü bilgisayarların, tabletlerin bile gözden düştüğü, yazının akıllı telefonlardan okunduğu, bunun bile zor gelip metnin sese dönüştüğü bir dünyada, kaygıyı aşan korkuya kapılması doğal değil mi? Kitap kurdu bildiğim kişiler, okumaktan çok podcast dinlediklerini itiraf ediyorlar. Böyle bir ortamda dinozor nasıl telaşa kapılmasın! Okumak, yazmak fiilinin yerini giderek konuşmak, dinlemek, seyretmek fiillerinin alması, basılı olanın kitap müzelerinde kalması ihtimalini hiç düşündünüz mü? Bütün bunlar gerçekten edebiyata, kitaba, basıma; edebiyatın geleceğine bir tehdit olarak görünüyor bana. Bir dinozor olarak, kendi bekamdan son derece kuşkuluyum. Bu dinozor acaba artık kâğıt yiyemeyecek mi?
Sanayi 4.0 evresinden 5.0 evresine geçildiği bir dönemde yapay zekâ insan zekâsıyla yarışıyor, verilen konuda metinler yazabilen robotlardan söz ediliyor. Aklımızın hayalimizin alamayacağı teknolojik gelişmelerin, uzak gelecekte toplumun yapısıyla birlikte insanın yapısını, algısını, düşüncesini, değerlerini kökten değiştireceğini düşünüyorum. İşaretlerin, göstergelerin, dijitalin dünyasında bizim bildiğimiz anlamda edebiyata yer olmayabilir. Edebiyatın yüz yıllık, iki yüz yıllık uzun vâdedeki geleceği konusunda endişeliyim. Belki de uzak gelecekte kitaplar müzelerde görülen şeyler olacak, edebiyat bildiğimiz edebiyat olmaktan çıkacak. Hiçbir şeyin kalıcılık üzerine kurulmadığı ve her şeyin hızla değişeceği bir dünyanın insanları edebiyata gereksinim bile duymayacaklar belki.
Ancak; Keynes’in uzun vadedeki ekonomik projeksiyonlar konusunda söylediği gibi; “Uzun vadede hepimiz öleceğiz.” Bu yüzden de müdahale edemeyeceğimiz, tasavvurumuzu aşan uzak gelecek yerine edebiyatın yakın ve orta vadedeki sorunları ve olanakları üzerine düşünmemizde yarar var.
Ortak servetimiz, edebiyat.
Edebiyat bizim hem sığınağımızdır hem de direniş mevziimiz, kalemizdir.
Babam subaydı. Tayini çıktıkça köy kasaba dolaşır dururduk. Tek çocuktum, yalnızdım. Beş yaşında okuma öğrendim, çünkü yapılacak başka bir şey yoktu. Bir sığınak arıyordum. Evde bulduğum Kathleen Winson’ın üç ciltlik Amber ve Charlotte Brontë’nin Jane Eyre romanıyla başladım işe. 5-6 yaşında bir çocuğa uygun kitaplar değildi kuşkusuz. Okuyabildiğim fark edilince, çocuk kitapları alındı. O günden sonra da kitaplar ve edebiyat hep sığınağım oldu.
Öte yandan ömrüm uslu, durgun bir ırmak gibi sakin akmadı. En zor zamanlarımda, bazen okur bazen de yazar olarak edebiyata sığındım. Dünyanın ve ülkemizin yaşamakta olduğu bu olağanüstü güç dönemde o sığınağa her zamankinden fazla ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Benim için edebiyat, başka insanların sesini, şarkısını, çığlığını duymanın, onları tanıyıp sevmenin; kendi sesimi, çığlığımı onlara ulaştırmanın, seslerimizi birleştirmenin aracıdır. Başka dünyalara, başka insanlara, başka düşüncelere ve duygulara edebiyatla açılırız. O dünyalarla, o insanlarla, o duygularla zenginleşiriz. Edindiğimiz o zenginliği kendi yazdıklarımıza ekler, başkalarına iletmeye çalışırız. Okur ve yazar, bütün edebiyat dünyası böylece birbiriyle bütünleşir, birlikte derinleşip zenginleşir. Bu birikim, bu ortak servet, bir kartopu ya da çığ gibi yüzyıllar, çağlar boyunca büyüye büyüye gelir, insanlığı kucaklar, zenginleştirir.
Edebiyat sığınaktır, dedim ama aynı zamanda, hem yazar hem de okur için bir direniş mevzii, bir kaledir de. Doğaya, insana, yaşama yönelen her türlü tehdide, kötülerin, zalimlerin egemenliğine, insanın kendi içindeki kötücüllük tohumlarına karşı en etkili direniş ve başkaldırı, edebiyatla örgütlenir. Kendi payıma, seksen yıllık ömrümün altmış yılı, daha adil, daha aydınlık bir dünya, barış ve özgürlük için direnmekle geçti. Çeşitli mücadele biçimleri, çeşitli örgütler, siyasi yapılar içinde oldum; başarılar kadar yanılgılar , yenilgiler de yaşadım. Hepsinden süzdüğüm edebiyatımın, anlatılarımın, romanlarımın daha iyi bir dünya çabasında, diğer mücadele alanlarına katkımdan çok daha etkili, daha işlevli olduğunu düşünüyorum şimdi.
En önemli direnişi edebiyatımla gösterdiğimi düşünüyorum. Ben eğer, başkalarına bir umut ve direniş aşılayabilmişsem, başka insanları ötekilere ve ötekileştirmenin yarattığı kötülüklere karşı uyarabilmişsem, bunu edebiyatımla yapmışımdır.
İnsanın duygularını, iyi ve kötü yanlarını, korkularını, umutlarını, aşkını, nefretini sergileyen ve yansıtan edebiyat, “öteki”ni anlamamızı, kendimizi ötekilerin aynasında görmemizi sağlar. İnsan insana sadece beyniyle değil yüreğiyle de ulaştı mı bir kez -ki o köprü edebiyattır işte- içinde kötülüğe karşı başkaldırı ve direnişin tohumları yeşermeye başlar.
Edebiyatın insansızlaşması
Yalnızca kendi edebiyatımızın değil, dünya edebiyatının da önünde duran en önemli sorunun edebi ürünün metalaşması, kapitalist pazarın kurallarına, arz-talep yasası ve pazarlama yöntemlerine tabi olması gibi geliyor bana. Reklam, tanıtım, geniş ilişkiler ve geniş dağıtım olanakları talebi yaratıyor ve körüklüyor. Bu mekanizmanın ürünü olan bestseller edebiyatı piyasayı kaplayınca, çoğu durumda iyi ya da has edebiyat gölgede kalıyor.
Köklü bir edebiyat geleneğine, otorite sayılan edebi kurumlara ve edebiyat çevrelerine sahip ülkelerde tahribat bir ölçüde engellenebilse de, edebiyatın bir endüstri koluna dönüştüğü, büyük sermayenin reklam, tanıtım, okur algısı oluşturma ve dağıtım gücünün devreye girdiği ortamlarda tahribatı engellemek çok güç.
Benim gibi, edebiyatın en önemli amacının okuru başka dünyalara, başka insanlara ulaştırmak, insanın öteki insanı, canlıyı, doğayı anlamasını sağlamak olduğunu düşünenler için bir başka sorun da edebiyatın insansızlaşması, insanların dünyasından uzaklaşıp post-truth (gerçekötesi) anlatılara yönelmesi. Bilimkurgu edebiyatını ve iyi örneklerini okuduğumuz Ursula K. Le Guin ya da Margaret Atwood gibi yazarların fantastik ya da distopik metinlerini kastetmiyorum. Çünkü onlarda da ana izlek insan, insanın kaderi ve geleceğidir.
“Bizler; yazarlar, okurlar, eleştirmenler, edebiyat çevreleri, yayıncılar, kitapçılar olarak her birimiz edebiyatın geleceğinden sorumluyuz.”
Ülkemiz yayın dünyası ve edebiyatı özelinde düşünecek olursak, edebiyatımızı olumsuz etkileyen edebiyat dışı başka etkenler de var. Çalkantılı bir siyasal ortamda düşünce ve ifade özgürlüğü sınırlamaları yayınevlerini çekingenleştirirken dağıtımcıları ve kitapevlerini de ürkütüyor. Otoriter iktidarlar açısından sakıncalı yazara, yayınevleri de kırmızı ışık yakıyor. Sansür ve otosansür devreye giriyor. Subjektif etmenlerden de söz etmeliyim. Mesela, edebiyat dışı siyasi ve ideolojik mihrakların destek ya da köstekleri okuru yönlendirebiliyor. Edebi ürün, metin üzerinden değil, yazarı hakkındaki subjektif yargılarla ya da yazarın medyatikliği üzerinden değerlendirilebiliyor.
Korona salgınından bu yana, bunlara bir de toplumumuzu ekonomik, toplumsal ve psikolojik açılardan derinden etkileyen güçlükler eklendi. İşsizliğin, yoksulluğun kol gezdiği, satın alma gücünün dramatik şekilde düştüğü bir ortamda yayınevlerinin maliyetleri, dolayısıyla kitap fiyatları yükseliyor. Kitap fuarlarının salgın nedeniyle yapılamaması, yazar, okur ve yayıncı açısından büyük sorun. Özetle, güç bir dönemde yazıyoruz ve hep birlikte direnmeye çalışıyoruz. Zeynep Cemali Edebiyat Günü de bu direnişin bir parçası değil mi zaten?
Sığınağımızı ve direniş kalemizi korumaktan sorumluyuz.
Bu olumsuz noktaları sayıp döktükten sonra, edebiyatın yakın ve orta vadedeki geleceğinden hiç de umutsuz olmadığımı söylersem kendimle çelişkiye mi düşerim? Hayır, çünkü izleyebildiğim kadarıyla dünya edebiyatında da Türkiye edebiyatında da ciddi direniş odakları var. Son yıllarda “kaçış edebiyatı”ndan, postmodern zorlamalardan, insana ve gerçek yaşama dönüş gözleniyor. Genç yazarlar, insanımızın kadim sorunlarına, geleneğin kalıplarını kırarak, cesur kurgu ve anlatım biçimleriyle yaklaşıyorlar. Edebiyatımızda çok iyi genç yazarlar olduğunu düşünüyorum.
Bizler; yazarlar, okurlar, eleştirmenler, edebiyat çevreleri, yayıncılar, kitapçılar olarak her birimiz edebiyatın geleceğinden sorumluyuz. İyi edebiyatın daha geniş okur kitlelerine ulaşmasını sağlamakla; kolay okunan kof metinler üreterek çoksatar olmanın cazibesine kapılmadan insanı, yaşamı derinleştiren, hem sığınak hem direniş kalesi olan edebiyata yönelmekle; kitabın, edebiyatın kapitalist pazarda dolaşan bir metadan ibaret değil, insan yaratıcılığının kendine özgü değere sahip bir ürünü olduğunu kavramakla, iyiye fırsat tanımak, alan açmakla yükümlüyüz. Bunun için fedakârlık yapmamız gerekiyor.
Yakın gelecekte edebiyatın kaderi, bütün olumsuzluklara, güçlüklere rağmen biz yazarların, okurların, edebiyat tutkunlarının, yayıncıların, dağıtımcıların, bizlerin elinde; bizim direngenliğimize, cesaretimize, özverimize bağlı. İşte bu yüzden umutluyum.