Ekonomi ve Yayıncılıktaki İzdüşümleri

Koç Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesi, ekonomist Prof. Dr. Kamil Yılmaz, küresel koşulların Türkiye’ye yansımalarını, piyasaların 2020 performansını, 2021’de ülkeyi ve yayıncılık sektörünü bekleyen olası finans senaryolarını paylaşıyor.

Türkiye ekonomisinin geçmişten bugüne nasıl bir süreçten geçtiğini ele alırken kitap dünyasının da bu eksende nasıl bir eğilim gösterdiğini yorumlamaya çalışacağım. Kitap üretim verilerine bandrol bazında bakıldığında 2010’dan itibaren düzenli bir artış gözlemleniyor. Ancak 2016 sonrasında bu artışın yavaşladığını görüyoruz. Kişi başına düşen kitap üretiminde de -Milli Eğitim Bakanlığı’nın bastığı yayınlar hariç- oldukça durağan bir dönemden geçiyoruz. Burada da aslında ekonomimizin son dönemde yaşadığı çalkantılarla doğrudan ilişkili, iç içe geçen bir dinamikten söz ediyoruz.

Yayıncılıktaki potansiyel, uzun vadeli büyümeye dönüşmemiş.

Toplam kitap üretimi içinde eğitim kitapları ve kültür kitaplarının ağırlığına bakıldığında, 2013’ten bu yana eğitim yayınlarında dikkati çeken bir artış sürüyor. Edebiyat, araştırma-inceleme ve çocuk kitaplarından oluşan kültür kitaplarındaysa böylesi ciddi bir hareketlilik söz konusu değil. Türkiye’de kitap pazarının büyüklüğü için, (her ne kadar toptan ve perakende satış verileri eksik olsa da) ekonomik durum çok kötü gitmediği sürece artan bir talep bulunduğunu söyleyebiliriz. Kişi başına düşen gelir de bununla doğru orantılı tabii.

Mevcut hangi veriye bakılırsa bakılsın, kitap piyasasında zaman içinde ciddi bir potansiyel yarattığımızı görebiliriz. Ancak bu potansiyel, uzun vadeli bir büyümeye dönüşmemiş durumda. Son birkaç yıldır, kitap üretiminin aylara göre dağılımı, daha net bir mevsimselliği işaret ediyor. İlk pandemi dalgası her sektörde olduğu gibi yayıncılık sektöründe de önemli etkiler bıraktı. Haziran’da ekonomi kademeli olarak açılırken hükümet ciddi bir kredi genişlemesine gitti. Kredi genişlemesi özellikle haziran ve temmuz aylarında çok güçlüydü, ancak kasım ayına kadar etkisi devam etti. Bunun sonucunda üçüncü çeyrekte, pandemiden görece az etkilenen sektörler de dahil olmak üzere ekonomi çok hızlı büyüdü.

Biraz da büyük resme bakalım ve Türkiye ekonomisinin nereye gittiğini inceleyelim. 2000’li yıllardan bu yana 4.000 dolarlardan 12 bin dolarlara doğru yükselmiş bir ekonomimiz var. Oldukça başarılı addedebileceğimiz bir makroekonomi yönetimi söz konusuydu. Ancak 2013’ten bu yana, özellikle son yıllarda, kişi başına düşen milli gelir 8.000 dolarlara kadar düştü. Bu gidişat bize, “Bunlar neden oluyor?” sorusunu sorduruyor.

Sürdürülemeyen yüksek büyüme hızı…

Geçmişe bakıldığında, aslında tekrar tekrar hızlı büyüme süreçleri yaşadığımızı görebiliriz. 1950’li yıllarda, 2. Dünya Savaşı sonrasında çok hızlı büyümüşüz, ama bu büyüme hızını sürdürememişiz. 1960 darbesinin ardından yeni bir ekonomik modelle, doğrudan ithalatı ikameci bir modelle yola çıkmışız. Onu da yirmi yıl kadar sürdürebilmişiz ve büyüme yine bir darbeyle kesintiye uğramış. 1980 sonrası dönemde tekrar dışarıya açılmamızla ve beraberinde gelen ekonomik reformlarla yüksek bir büyüme hızına ulaşmışız. Sonrasında yine bir hüsranla, 2001 kriziyle karşılaşmışız.

Bu noktadan itibaren demokrasimiz kendini daha çok gösterdi diyebilir miyiz? Ekonomik sorunlarımızı artık darbelerle değil, doğrudan iktidar değişimleriyle çözebilmeye başladık diyebiliriz. İlginç olan da bu aslında. AK Parti’nin ilk döneminde çok güçlü bir büyüme gerçekleşti. Bunda etkili olan, AKP’nin IMF politikalarını ya da teknik anlamda makro politikaları uygulamaktaki başarısıydı. 2008 krizi bu büyümeyi bir ölçüde sekteye uğratmış gibi görünebilir, ancak daha sonra büyüme tekrar ivme kazandı. İki-üç yıl güçlü devam eden bu ivme de uzun soluklu olamadı. 2013’ten sonra giderek sıklaşan seçimler, referandumlar bir taraftan belirsizliği arttırırken, kısa vadede büyüme sağlarken, diğer taraftan ülkeyi, uzun vadede oynaklığı arttıran miyopik, kredi genişlemesine dayalı ekonomi politikalarına mahkum etti.

Enflasyonu neden kontrol altına alamıyoruz?

 O zaman soru şu: Biz neden yüksek büyüme hızlarını sürdüremiyoruz? Aslında bunun cevabı, “Neden biz enflasyonu kontrol altına alamıyoruz?” sorusunun cevabında saklı. Türkiye 1977’den 2004’e kadar geçen 27 yıl boyunca, dünyadaki başka hiçbir ülkenin yaşamadığı derecede yüksek enflasyon yaşadı. Bu yüksek ve kronik enflasyona çözüm bulunamıyor, kontrol altına alınamıyor, aşağı indirilemiyor, ama hiperenflasyona da gitmiyor. Hiperenflasyon deyince, %500’ler, %1000’lerden söz ediyoruz. Arjantin, Brezilya ya da Ortadoğu’nun en güçlü demokrasisi denilen İsrail’in bile yaşadığı hiperenflasyonu biz atlattık. Ama bunun yanı sıra yüksek enflasyonu da kontrol altına alamadık. Ta ki, 2001 kriziyle birlikte artık bütçe açıklarını borçlanarak finanse edemeyeceğimizi anladığımız, siyasilerin sürekli koltuk değiştirip koalisyonlara gittikleri ve kendi iktidarlarını koruma sevdasında oldukları döneme kadar.

Yüksek büyüme hızlarını sürdüremeyişimizin ve kronik enflasyon yaşamamızın arkasında yatan neden, yönetimde hesap verebilirliğin olmaması ve denetlenemeyen siyasi ekiplerle ülkenin yönetilmesi. Nereden bakarsak bakalım, sorun siyasi kurumlarla bağlantılı. Son yapılan referandumla bu sorunun ne kadar büyüdüğünü daha iyi anladık. Çünkü artık siyasi bir ekipten değil, tek bir siyasetçiden söz ediyoruz. Bir kişinin kararı üzerine artık her şey değişebiliyor. 6 Kasım’da, yaklaşık 24 saat önce, Merkez Bankası başkanının görevden alınması, neden görevden alındığı konusundaki açıklamanın yetersizliği ve bu hamlenin sadece bir kişinin kararı olduğunu bilmemiz bunun en tipik örneği.

“Parti içi demokrasi dediğimiz konu, Türkiye’de geçerli değil. Biz 1930’lardan bugüne kadar, siyasi parti liderinin her şeyi belirlediği bir dünyada yaşıyoruz.”

Evet, hızlı büyüdüğümüz dönem, yine AKP’nin iktidarda olduğu dönem. Özellikle 2002-2007 döneminde küresel ve kurumsal kalitede bir ilerleme söz konusuydu. Sesini duyurma, hesap sorulabilirlik, siyasi istikrar, şiddetin azaltılması, devletin etkinliği, rüşvetin önlenmesi, hukukun üstünlüğü ve düzenleyici kurumların kalitesine bakıldığında gözle görülür bir ilerleme vardı.

2008 sonrasına baktığımızdaysa tam tersine bir erozyon görüyoruz. Bu erozyonun altında yatan, 2000’li yıllarda yaşadığımız değil, 80’li, 90’lı yıllarda yaşadığımız ve bizi geri götüren nedenler. Siyasi kurumlarımızın yapısı gereği, yönetimi denetleme kapasitesine ve yetkisine sahip değiliz ve bu yüzden demokrasimizin tek “denetleme” olanağı da ancak seçimden seçime mümkün olabiliyor. Seçimde oy kullanıyoruz ve sandıktan çıkan, tamamen “üstün” olarak hareket edebiliyor. Peki bu neden oluyor? Çünkü parti içi demokrasi dediğimiz konu, Türkiye’de geçerli değil. Biz 1930’lardan bugüne kadar, siyasi parti liderinin her şeyi belirlediği bir dünyada yaşıyoruz.

Pandeminin şok dalgası…

Pandemi dönemi, Türkiye’nin mevcut ekonomik sorunlarını daha da arttırdı. Pandemi beklenmedik, büyük bir şok yarattı. Bu şok karşısında devletler halkının, vatandaşının yanında oldu ve kesenin ağzını açtılar. Sosyal devlet anlayışının gereği olarak zaten başka bir şey yapamazlardı, kesenin ağzını açmak zorundaydılar. Grafikteki kırmızı çizgiler, pandemi sürecinde ülkelerin kamu harcamalarındaki artışı gösteriyor.

Türkiye’ye bakıldığında ise durum açıkça görünüyor. Kamunun halka verdiği doğrudan gelir desteği sıfıra yakın. Oysa bakanlar ya da cumhurbaşkanı konuştuğu zaman bu destek 500 milyar TL’ye kadar çıkabiliyor. Ama sözü edilen bu destek, sadece kredi ve vergilerin ötelenmesini kapsayan bir destek. Devlet halkına, “Biz size kamu bankalarından kredi verebiliyoruz. Bu krediyle istediğinizi alabilirsiniz,” dedi. Sonuç olarak, toplam kredilerde %50’lere varan bir artış görüldü. Bu kredileri alan insanlar araba aldı, daire aldı, türlü tüketim malı, dolar ya da altın aldı…

Bu kadar ucuz kredinin verildiği dönemde, öte yandan Merkez Bankası eliyle müdahale edip Türk Lirası’nın değer kaybetmemesi için çaba gösterildi. Bu kez de Merkez Bankası’nın rezervleri bu dönemde yaklaşık 20 milyar doların üstünde azaldı. Biz iktisatçılar, bunun doğru bir yöntem olmadığını söylesek de dinleyen olmadı. Yine de eninde sonunda yanlışlığı anlaşıldı. Rezervler azaldıkça bunun devam ettirilemez bir yol olduğu ortaya çıktı.

Türk Lirası’nın ayrışması Türkiye’nin ayrışması demek.

 Uzun süredir Merkez Bankası rezervlerinden gerçekleştirilen döviz satışları, rezervler eridikten sonra durduruldu. 6,85 TL olan dolar kuru o zamandan bu yana 8,50 TL’yi geçti. Şimdilerde 7-8 TL arasında inip çıkıyor. Belirsizlik giderek artıyor. Türk Lirası, son üç dört yıldır diğer gelişen pazar ekonomilerinin paralarından ayrıştı ve çok hızlı değer kaybediyor. Tamamen bilinmezliğe ve belirsizliğe doğru giden bir ekonomiden söz ediyoruz. Tam yetkinin tek bir elde toplanması, ülkeyi çok daha büyük hasarlara doğru götürüyor. Ne yazık ki bunu görecek ve öğreneceğiz.

Türk Lirası’nın gelişmekte olan ülke paralarından ayrışması, Türkiye’nin ayrışması demek. Ekonomik büyümede de tarihimiz tekerrür ediyor. Umarım, büyüme hızlarındaki düşüşü, yeni bir krizle atlatmak zorunda kalmaz, yeniden bu güç durumlara girmeyiz. Bir kriz daha yaşamadan aklıselim galip gelsin ve siyasiler bu yanlıştan dönmenin yolunu bulsun. Umarım…

Başladığım noktaya geri dönerek bitireyim. Kitap piyasamızın doğrudan gelir durumumuzla bağlantılı olduğunu açıkça görüyoruz. Kitap üretiminin pek çok açıdan devlet tarafından desteklenmesi ve büyük sayılara ulaşması önemli. Diğer sektörlerle karşılaştırınca çok küçük bir piyasaya bakıyoruz, ancak aynı zamanda potansiyeli çok yüksek bir piyasa. Kitap piyasamızın da gelişmesi için temel öncelikler, ekonomik istikrarın tekrar tesis edilmesi, enflasyon sorunumuzun çözülmesi ve ekonomik büyümenin tekrar sağlanabilmesinde.