Gerçekliği Anlamlandıran Bir Fener: Çocuk Edebiyatı

Gerçekliği Anlamlandıran Bir Fener: Çocuk Edebiyatı

Farklı yaş grupları için kaleme aldığı kitaplarıyla çocuk ve gençlik edebiyatımıza özgün bir koleksiyon kazandıran İrem Uşar, çocukların gerçeklik algısında edebiyatın payını düşündürüyor. Yazarlık deneyiminden süzdüklerinin ışığında doğayla ve tüm canlılarla uyum içinde yaşayabilmenin sihrini duyumsatıyor.

“Çocukların küçük eşyaları vardır. Tıpkı kendileri gibi. Küçük bir yatak, parlak küçük kitaplar, küçük bir şemsiye ve küçük bir iskemle… Yine de çok büyük bir dünyada yaşarlar. Ülkelerin olmadığı, otobüslerin uzaya çıkabildiği, merdivenlerin sonsuz olduğu çok büyük bir dünyada.” İtalyan illüstratör ve yazar Beatrice Alemagna’nın What Is a Child? (Çocuk Nedir?, 2008) isimli kitabından çok sevdiğim bir bölüm bu…

Bana “Neden çocuklar için yazıyorsun?” diye sorduklarında, “Yetişkin ezberlerimi bozmak, benliğimi esnek tutmak için,” diye yanıtlıyorum. Çocuklara yazarken, sanki meselelerin özünü hatırlıyorum. Umut, adalet, sevgi, şefkat gibi, insan yaş aldıkça karmaşıklaşan ve sanki gücünü yitiren kavramlar, çocuk edebiyatında tekrar sadeliğine ve eski gücüne kavuşuyor. Çocuklar için yazmak, uzaklara savrulan yetişkin benliğimi tekrar merkezine topluyor. İşte o zaman, okurlarımla benzer yerden bakabiliyoruz yaşama.

Gökyüzünden geçen her uçak heyecan vericidir.

Çocuklar harikalara inanırlar, gerçeğin belki de bizim kanıksayarak körleştiğimiz doğasını onlar bir çırpıda görüverirler. Hayat, çocuklara anlamlı gelir. Bir su birikintisinin içinde zıplarken, deniz kabuklarının derinden gelen sesini dinlerken, güvercinleri kovalarken, bir salyangozu avuç içinde hissederken, o çok sevdikleri hikâyeyi her gece üst üste dinlerken tüm benlikleriyle oradadır çocuklar. Köpeğine sarılıp uyumayan yetişkinleri anlamazlar. Gökyüzünden geçen her uçak heyecan vericidir onlar için.

“Çocukların elleri, ayakları, kulakları, burunları, gözleri küçüktür belki, ama fikirleri ağzımızı açık bırakabilir,” diyor Alemagna, kitabında. Bu küçük insanlar, gerçeklik madalyonunun büyülü diğer yüzünü görebilme yeteneğiyle donanmış gibidir. Çocuklarla buluştuğum, özgür düşünme ve yazma atölyelerinde buna tekrar tekrar ikna oluyorum.

Atölyelerimden birinde, renklerin bize hissettirdiği duygular üzerine konuşuyorduk. Biraz fikir alışverişi yaptıktan sonra herkes en sevdiği rengi seçti ve beş duyumuzdan biriyle eşleştirerek kısa bir öykü yazmayı denedik. Atölyeye katılan çocuklardan biri olan Rüya’nın yazdığı “En Sevdiğim Rengi Yediğim Gün” adlı öyküyü asla unutmayacağım. Hikâyede anne babası, yaz tatili için kahramanımız Rüya’yı babaannesinin yazlığına bırakır. Kendileri İstanbul’a döner, çünkü yoğun çalışmaktadırlar. Rüya, her sabah kahvaltısında babaannesiyle “tabağındakileri bitirdin-bitirmedin” kavgasına tutuşur. Küçük kız sevmediği şeyleri yememek konusunda, babaannesi ise tabağında tek bir kırıntı bile kalmaması konusunda inatçıdır. Tartışma böylece uzar gider. Sonunda bir gün Rüya, iskemlesini hışımla geri ittirerek masadan kalkar, sinirle kendini bahçeye atar. Ayaklarını yere vura vura yürür ve doğruca babaannesinin en sevdiği gülün yanına gider. Yaşlı kadının her gün konuştuğu güzelim gülün yemyeşil yapraklarını tek tek ısırıp koparır ve çiğner. “Madem sevmediğim şeyleri yiyeceğim, öyleyse buradan başlayayım,” der Rüya. Zorla yedirilen kahvaltı, babaanneyi en sevdiği gülünden etmiştir.

Çocuk zihninin özgürce oynadığı oyunu görebiliyor musunuz? Çocuk halinizle, dünyanın ne büyülü bir yer olduğunu hatırlıyor musunuz? Ben hatırlıyorum.

Gece karanlığında evimizin uzun koridorundan geçerken hep koştuğumu, çünkü tüm odalarda beni içeri çekip yemek için bekleyen canavarlar olduğuna inandığımı hatırlıyorum. Sessizliği duymaya çalışıp bir türlü duyamadığımı hatırlıyorum. Dedem öldükten bir süre sonra, ölümü anlamlandırmak için gece sırtüstü yatağıma yatıp kollarımı ve bacaklarımı yukarı kaldırdığımı ve yorganımın altında karanlıkta, mezardaymışım gibi çıt çıkarmadan beklediğimi hatırlıyorum. Kucağında baygın bir prenses taşıyarak bizim katın merdivenlerini yavaş yavaş çıkan bitkin avcıyı kapı deliğinden görüp, apartmanı ayağa kaldırdığımı hatırlıyorum. Meğer iki sokak yukarıdaki yaşlı perdeci, karşı komşumuzun sipariş ettiği tül perdeleri getiriyormuş.

Çocuğun zihninde sınırlar yoktur…

Çocuğun zihninde her şey mümkündür, sınırlar yoktur. Gerçekliği, işte bu özgürlükle yeniden kurgulayabilir. Hayal gücü, kurmaca ve fantazya, onun zihninin doğasıdır. Gizemli yaratıklar etrafta dolanabilir, ışık dans edebilir, müzik konuşabilir; şafak sökerken ya da alacakaranlık çökerken olağanüstü şeyler gerçekleşebilir.

Lataşiba: İki Kentin Arasında (Res.: Sadi Güran, 2013) adlı romanımın ilhamıyla da bir şafak vakti rastlaşmıştık. Dünyanın harikalarını görmek için çocuk gözümü açtığım bir sabahtı. Assos’taydım, tatilimin ilk günüydü. Çok erken uyanmıştım. Sabah beş buçuk civarı olsa gerek, gökyüzünün zifiri karanlık olduğunu hatırlıyorum. Başımı kaldırıp göğe baktığımda, solda büyüleyici güzellikte, bembeyaz bir dolunayın dağların ardına doğru alçalmakta olduğunu gördüm. Birkaç dakika sonra, gözucuyla sağ yanımdaki renk değişimlerini fark ettim. Kızıllar, morlar, sarılar bulutları boyuyordu. Sonunda o dev, kızıl top da yükseldi, yükseldi ve dolunayın tam karşısına geçti. Ben ortalarında kaldım. Üçümüz, koca dünyada sanki yapayalnızdık, sessizce birbirimize baktık. Derken döngü devam etti. Güneş yükseldi, ay battı ve sabah oldu. Gün capcanlı, renkler keskin, benliğim yaşamla doluydu.

Hep yanımda taşıdığım not defterime, “Yaşam, zıtların devinimi!” diye not aldım. Yaşamı oluşturan zıtlıkların listesini yapmaya başladım. O listede “dar ve geniş”e takıldım. Bazen öykü sizi dürtüp, “Hey! Ben buradayım, biraz yaklaş da kendimi sana göstereyim,” diye fısıldar. İşte o çağrıya kulak verdiğimde, Lata’nın geniş ovasına kurulmuş evlerini, Şiba’nın daracık sokaklarını ve pencerelerini tek tek görmeye başladım. Ve iki kentin hikâyesi, her günkü Ay ve Güneş’in büyülü gerçekliğinden doğdu.

Diğer kitabım Eksik Dünya BALTI (Res.: Ceyda Karlı, 2020) ise, her ne kadar bir savaş romanı olmasa da, geri planda savaşın varlığını hissettiriyor. 2015’te Bodrum sahiline vurmuş Aylan Bebek’in hepimizi kahreden o görüntüsü… Bu kez kalemi elime aldıran, onun bedenine kanatlar takıp yetişkinlerin savaşından çok uzaklara uçmasını izleme düşüydü. Savaşın yeraltında yaşamaya mahkûm ettiği, ama ışığa çıkan yolu aramaya, savaşı sorgulamaya cesaret eden çocukların romanı da böyle doğdu. Çocuk kahramanlarıma gerçeği apaçık görebilecek kartal gözleri, karanlığı yırtabilecek aslan pençeleri, umuda uçabilecek güvercin kanatları kondurdum. Karakterlerim böylelikle, rehber hayvanlarını bulup doğalarına tekrar kavuşurken, anlatımım bir kez daha fantastikle buluştu. Oysa savaş da gerçekti, kendi potansiyelini hatırlamaya ihtiyaç duyan çocuklar da…

Çocuk edebiyatının mahareti…

Çocuk edebiyatında, yüz derecede kaynatılıp sterilize edilmiş metinler de yok değil. Oysa bu metinler, bağışıklık sistemini zayıflatıyor. Çocukların bir türlü büyüsüne kapılamadıkları, renksiz bir yetişkin fantazyası tasarlamaktan öteye geçmiyorlar. Hep akıllı uslu duran, dilinden “anneciğim, babacığım” sözcükleri eksik olmayan, gece yatarken ikiletmeden dişlerini fırçalayan, okulda hep başarıdan başarıya koşan bir çocuk karakter bizi kendine inandırabilir mi? Hem, Ursula K. Le Guin’in dediğini de unutmamalı: “Canavarlara inanmayanlar, bir gün canavarlar tarafından yutulmaya mahkûmdur.” 

Çocuk edebiyatında gökkuşaklarını, yıldızlı göğü, pofidik bulutları da konu edeceğiz elbette. Öte yandan edebiyat, yaşam göğünün fırtınasının, yağmurunun, karanlığının içinden geçen bir umut feneri, bir ışık değil mi? Ne mutlu ki, sert gerçekliği sarmalayıp içinden geçilebilir hale getiren öyküler çocuklara rehberlik edebiliyor.

Bugün yetişkin halimizle, sokağımızı karlar altında görünce sevinçten ağzımız kulaklarımıza varıyorsa, bulutlar arasından denize dökülen gün ışığı şelalesine hayran kalıyorsak, boğazdan geçen yunuslara kalbimiz çarpıyorsa, az ilerideki su birikintisinin içine zıplayıvermeyi hayal ediyorsak, sebebi, büyümemeye karar vermiş çocukluğumuzdur. Gerçekliği tüm harikalarıyla gören gözler, çocukluğumuzun gözleridir. Her şeyin tek tek anlamlı olduğu, sezgilerin derin ve samimi, gerçeklerin dolambaçsız olduğu yer çocuk ruhumuzdur.

Çocuk edebiyatının mahareti de güçlüğü de işte buradan gelir. Çocukluğun o kendine has dokusuna yeni ilmekler atarken, tektipleştirmekten, sıradanlaştırmaktan, idealize edilmiş mükemmellikten kaçınmak; fantazyayı ve gerçeği, çocuklar kadar çabasız ve doğallıkla harmanlama uğraşını sürdürmektir kıymetli olan.

Nihayetinde Beatrice Alemagna’nın metnine dönersek: “Çocuk, küçük bir insandır. Uyumak için kendisine bakan şefkatli gözlere, başucunda küçük bir gece lambasına ve uçsuz bucaksız öykülere ihtiyaç duyar.”