Hayat ve hayal bilgisinin kesiştiği yer
Eğitim yöneticisi, şair Cahit Ökmen öğrencilerin edebiyata heves duymasını sağlayan, ilgilerini edebiyata yönlendiren deneyimlerini aktarıyor ve öğrencileri nitelikli edebi eserlerle buluşturmanın önemini anlatıyor.
Edebiyatın evreninde sözcükler tekin değildir, her şeyi değiştirebilirler. Edebiyatın dili özgürleştiricidir, çünkü yaşamı dönüştürür. O dile çarptığımızda, dünya artık eski dünya değildir; sözcükler alışılmış ve kanıksanmış varlık durumlarını yepyeni ilişki ağlarıyla bir araya getirmiş ve yeni anlam dünyalarının içine sokmuşlardır bizi.
“Sen bana elma yerdin eskiden / Ben kocaman bir bardak su sana mutfaktan.”
Birhan Keskin’in kurduğu bu dokunaklı dilin zarafetine, kişisel tarihimizde yaratabileceği çağrışım olanaklarına bakar mısınız ? Bu bir karşılaşma, çünkü yazarın yaratısında kendi geçmişimize ve şimdimize bir dönüş var. Edebiyatın dili, ölümlerle ve katliamlarla kirlenmiş bir tarihi, belleğimizin, vicdanımızın ve bilincimizin hücrelerine, odalarına çırılçıplak bırakıverir. Bu dizelerle, çok yakın bir tarihimizde, bir teneffüs daha yaşayamayan kaç çocuğun taze solukları dolaşıyor aramızda ?
“Edebiyat, bilgiden bir şenlik çıkarır,” diyor Roland Barthes. Hayat ve hayal bilgisinin kesiştiği yerdedir o şenlik. Ama bizim öğretim sistemimizin koordinatlarını izleyecek olursak, bu kesişme noktasına pek uğrayamayız. Çünkü, hayat ve hayal bilgisi o koordinatlarda kuruyuverir. Çünkü eğitim sistemimiz, yazınsal bir metni bir bilgilendirme nesnesi ve aracı olarak görür. Oysa edebiyatın bilgisi insanın derinlikleriyle karşılaşmanın, farklı bakış açıları edinmenin, doğayı, canlıları, nesneleri dil aracılığıyla kavramanın, hissetmenin bilgisidir.
Lorca’nın dizelerinde salyangoz
Salyangozlar hakkında ne düşünürüz, nasıl bir imgesi var bu hayvanın ? Salyangoz sözcüğü söylendiği anda, zihinlerde dolaşmaya başlar. Kim bilir zihinlerimiz bu sözcüğü ne farklı bağlamlar içinde işliyor. Federico García Lorca’nın ve Eduardo Galeano’nun öznelliğinden geçmiş, dillerinin olanaklarıyla biçimlenmiş salyangozlara bakalım. Lorca’nın dizelerinde salyangoz, özgürlük çağrışımlarıyla, doğanın enerjisiyle yüklü bir canlı. Galeano’nun salyangozlarıysa doğayla kurduğu gizemli ilişkileri sonucunda insanların hayatını kurtarıyor ve metinde bu kurtarış dile getiriliyor. Aynı canlının farklı dil kurgularıyla, farklı bakış açılarıyla nasıl kavrandığının, nasıl yansıtıldığının bir örneği bu.
“Anne saygılı bir biçimde sordu, ‘Geciktik mi acaba ? Çocukların çoğu gelmiş.’ Hademe kadın ilgisiz, ‘Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler,’ dedi.”
Bu satırların alındığı Füruzan’ın “Parasız Yatılı” öyküsünü okuduktan ve bu öykünün yaşantısından geçtikten sonra, parasız yatılı sınavlarıyla ilgili karşılaşılan hiçbir haber, hiçbir duyuru artık salt bir haber değildir. Okur, bu anne kızın yaşam kesitlerinin içinden geçmiştir. Dilin içindeki bu yolculuk, okur için bir keşiftir; toplumsal olgularla, bu olguların bireylerin yaşamlarındaki izleriyle ilgili bir keşif. İnsan olmanın, yaşamın inceliklerini fark etmenin, içgörü kazanmanın, hayatın içinde bir duruş edinmenin keşfidir bu aynı zamanda.
Adalet Ağaoğlu’nun “Karanfilsiz” öyküsünü okuduktan sonra, hiçbir kamyon kasasına salt bir demir ya da ahşap yığını olarak bakamazsınız. Selim İleri’nin Dostlukların Son Günü’nde çocukluğunuz, Yaşar Kemal’in kitaplarında isyanınız kanar. ON8 Blog’da yazan Ahmet Büke’nin “Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi”nde, şaşkınlıkla savrulduğumuz hayatların şiirsel gerçekliği, insan varoluşuyla ilgili bütün ezberlerimizi gözden geçirmemize neden olur. Edebiyat bir ruh naklidir. Homeros’un sözünden, Şamanlar’ın kopuzundan beri süregelen bir ruh naklidir bu.
Sanatın gücüyle ilgili çarpıcı yaşantılar sergileyen Katilin Gözyaşları (Anne – Laure Bondoux, ON8) romanının, öldürmeyi sıradan bir eyleme dönüştürmüş kişisi, acımasız katili Angel’ın şiirle karşılaştığı, şiire çarptığı satırlar şöyledir: “Şiir, kuru yosunlar gibi kıyıya vurmuş, fırtınaların göbeğinde ölen onca insan görmekten sarhoş olmuş o eski zaman denizcilerinden söz ediyordu. Doğadan söz ediyordu, yüreklerden; sadelikle ve cesaretle. Cama vuran yağmuru izlerken, Angel sözcüklerin beşiğine bırakmıştı kendini…”
Edebiyat, insanlık durumlarıyla sahici ve derinlemesine bir ilişki kurmanın, insanlık hallerini içselleştirmenin en güçlü olanağıdır. Bu içselleştirmenin yolu da öğrencileri nitelikli ürünlerle karşı karşıya getirmekten, onlara okuduklarını sorgulatan, yorumlatan, karşılaştırmalar yaptıran, okuduklarını düşünmelerini ve hissetmelerini sağlayan yöntemler sunmaktan geçer. Biliyoruz ki, edebiyat eğitimi bir sanat eğitimidir, duygu ve duyarlık eğitimidir. Anlama ve anlatma becerilerini geliştirme eğitimidir.
Bugün çeşitli sınavların “yaşamsal önem” kazanması sonucunda, çoktan seçmeli soruların çözülmesi, bir öğretim yöntemi olarak yaygınlaşmış durumda. Bunun en önemli nedenlerinden biri de, dershanelerin okullaşmasından çok, okulların dershaneye dönüşmesidir. Tüm bunlar, duygu, duyarlık, estetik kaybı yaratma konusunda belirleyicidir ve özellikle ders kitaplarında, seçilen metinler değer yargılarının, ahlaki yargıların aktarılmasında bir araç konumundadır.
Öğrenciler bu tür didaktik uygulamalarla karşı karşıya kaldıkça, dünyanın dönüştürücüleri olma yönündeki özgürleşme pratikleri ve eleştirel bilinçleri güdük kalacaktır. Benzer bir durum, Türkçe ve edebiyat eğitiminin dilbilgisi derslerinde araç olarak kullanılmasında ortaya çıkıyor. Dilbilgisi esas olarak, metnin katmanlarını, alt metinlerini çözümlemede ve anlamlandırmada bir araçtır. Ama öğrenciler bu derslerde, onlarla kuralın içinde kayboluyor ve kısa süreli belleğe aldıkları için de unutuyorlar. Sonucunda, dilbilgisi dediğimiz eğitim, çocuğun kitapla barışmasında en büyük engellerden biri olabiliyor.
Bu engellerin aşılması, öğrencilerin okuma kültürü edinmeleri ve bunu içselleştirmeleri için ne mi öneriyorum? Günışığı Kitaplığı’nın “Çıtır Çıtır Felsefe” dizisinin yazarı Brigitte Labbé şöyle diyor: “Küçük yaştan itibaren sorgulama başlamazsa, onunla birlikte düşünceye eşlik etmezsek, tamamen dışarıdan manipülasyona açık bireyleri kendi ellerimizle yaratırız. Bu bir siyasi lider, bir patron ya da bir dini lider olabilir. Sen ne düşünüyorsun, neden böyle düşünüyorsun demeden, bu iyi ve bu kötü diye dikte ettiğimizde, onları yavaş yavaş insan olmaktan çıkarır ve nesneleştiririz.”
İnsanın nesneleşmemesi, eleştirel düşünme becerilerinin gelişmesiyle mümkün olabilir. Bu becerilerin gelişmediği yerde, sorgulayan değil, biat eden insanlar vardır.
Öğretmen öğrencinin kaderi midir?
Bir eğitimci şöyle diyor: “Çocuklara bildiklerimizi öğretirsek, bildikleri bizim bildiklerimizle sınırlı kalır, ama onlara düşünmeyi öğretirsek, bildiklerinin sınırı olmaz.”
Eleştirel düşünme, bireyin gördüklerini, okuduklarını, dinlediklerini olduğu gibi kabul etmek yerine, bunları inceleyerek, sorgulayarak, araştırarak açıklaması ve bir yargıya varmasıdır. Yani eleştirel düşünme, niçini, nasılı sorgulama sürecidir.
Okuma eylemi, yan yana gelen sözcüklerle oluşan dünyalardan, o dünyaların dil mucizesiyle yaratılmış sonsuz çeşitlilikteki duygularından tat almayı içerir. İnsanın hayatına ilişkin farkındalıklar ve duyarlılıklar, ancak bu tat almayla gelişecektir. Türkçe ve edebiyat eğitimi de, bu gerçekliklerden yola çıkan bir duygu eğitimidir, bir sanat eğitimidir. İnsanları nesneleştirerek, otoriter ilişkileri yeniden üreten hiçbir pratik, özgürleştirici olamaz.
Öğrenciye, kendini ve hayatı keşfettiren, sorgulatan bir yaklaşımın hayata geçmesi, öncelikle eğitimcilerin, kendi eğitim ve öğretim zihniyetlerini sorgulamalarıyla olanaklıdır. Çünkü özgürleşme ve gelişme pratiği, “her şeye rağmen”i göze almakla mümkündür. Bu pratiğin bilinciyle donanmış bir eğitimci için duvarlar yoktur ve özellikle vurgulamak isterim ki, öğretmen öğrencinin kaderidir.