Hayattaki tek mucize, gençken iyi bir öğretmene rastlamaktır!

Hayattaki tek mucize, gençken iyi bir öğretmene rastlamaktır!

Bilim ve edebiyatı ustaca harmanladığı kurgularıyla çok sevilen, çağdaş edebiyatımızın en önemli romancılarından Buket Uzuner, ödüllerle taçlanmış edebiyat yolculuğunun izdüşümlerini paylaşıyor.

Herkesin kahramanları vardır. Çocukken itfayeciler, astronotlar, doktorlar gibi kahramanlarımız olur, ama hayat devam ettikçe bu kahramanlarımız değişir. Benim için sağlık çalışanları, doktorlar ve öğretmenler her yaşımda kahramanım olmaya devam ettiler.

Öğretmenler, ama “iyi” öğretmenler olmasa, bilim, sanat ve edebiyat gibi insan uygarlığının en önemli icatları ve gelişmeleri, geleceğin halkları olan çocuklara erişemez ve insanlık için kitlesel tehlikeler baş gösterir. Bu abartı gibi gelebilir, bu nedenle biraz açmak isterim. İyi öğretmenlik, tıpkı besin zincirindeki arılara benziyor. O derece önemli ve değerli, güneş kadar da yaşamsal bir fonksiyona sahip. Gıda zincirinden arılar çıktığında, klorofil yapımından güneşi çıkardığınızda hayat biter. Öğretmenlerin görevi de böyledir benim gözümde. Tıpkı doktor ve sağlık çalışanları gibi özellikle zor coğrafyalarda ve koşullarda çalışan iyi öğretmenler de benim kahramanlarımdır.

Okuru olmayan yazar düşünebilir misiniz?

Okuru olmayan yazar olamaz. Okurları oluşturanlar iyi öğretmenlerdir. Çok düşünmüşümdür bunu. Öğretmenler -tıpkı arıların besin zincirindeki fonksiyonları gibi- yazarlar ve sanatçılarla öğrenciler arasında çok önemli köprüler kuruyorlar. Onları aradan çıkardığınızda o zincir kopuyor. Eğer Köy Enstitüleri iyi öğretmenler yetiştirmeseydi, Türk edebiyatı bugünkü kadar zengin ve bereketli bir pınara dönüşemezdi. İstediğiniz kadar Yaşar Kemal, Adalet Ağaoğlu, Nâzım Hikmet, Gülten Akın gibi yazarlar yetiştirin, okuru yoksa yazar da şair de solar gider.

“İyi öğretmen” ifadesindeki “iyi” sözcüğü çok önemli benim için. Farklı yönlere çekilebilecek “iyi” sözcüğünün dilimizdeki normları konmamış çünkü. Bütün sözcükler ve kavramlar, zaman değiştikçe içerik de değiştirebilirler. Bir zamanlar “köle” ya da “zenci” sözcükleri kullanılırken, bugün “siyah” sözcüğünü kullanıyoruz. “Köle” bugünün dünyasında korkunç bir sözcük haline geldi.

“İyilik” ve “iyilik yapmak” da öyle. Bugün çok tepeden bakan ve üsttenci bir kavramı, merhameti çağrıştırıyor. Bizim her konuda “işini iyi yapmak” ifadesini tartışmamız gerekiyor. Bunları tartışmak, edebiyatçıların, yazarların, felsefecilerin, dilbilimcilerin görevi olduğu kadar öğretmenlerin de görevi. Çocuklara “iyi”yi, “iyi olma”yı, “işini iyi yapma”yı ve aralarındaki farkı anlatabilirsek, geleceğin Türkiye’sinde bugün yaşadığımız kavram karmaşasını aşabiliriz. Dil çok önemlidir; dil siyasidir. Dilin unsuru, enstrümanı olan kalem de kılıçtan keskindir. Bu, tarih boyunca hiç değişmemiştir. Dil hepimizin elinde bulunan, çok olanaklı ve geleceğimizi olumlu anlamda değiştirebilecek bir enstrümandır.

İyi bir öğretmen, gence bir ışık tutar...

Hayattaki tek mucize, gençken iyi bir öğretmene rastlamaktır diyorum. Biliyoruz, mucizeler sadece kutsal kitaplarda olur. Ama iyi bir öğretmen, gence bir ışık tutar. O ışık, geri kalan hayatımızı aydınlatacak ve değiştirecek bir mucizedir. Bazılarımız okula gidebilecek ya da okulda iyi bir öğretmene rastlayacak kadar şanslıdır. Ama bazen de bir hala, dayı, dede, bir komşu, bir kitap, yaşayan ya da ölmüş bir yazarın bir cümlesi elimizden tutar ve bizi bulunduğumuz yerden çıkarır. Çok bunaldığımız, çaresiz, deneyimsiz kaldığımız çocukluk ve ilkgençlik döneminde bizi ayağa kaldırır. Farklı bir dünyanın ışıklı yollarını işaret eder; o yollarda yürüyebilmek için cesaret ve ilham verir. İşte mucizeyi yaratan iyi öğretmenden kastettiğim budur.

Ben büyüyünce astronot ve denizaltı kaptanı olmak isteyen bir çocuktum. 60’lı, 70’li yıllarda, bir kadın denizaltı kaptanı olmuş olabilir, ama astronot yoktu. Ben bu hayali kurduğumda 20. yüzyılın sonlarıydı; şimdi 21. yüzyıldayız ve ne yazık ki hâlâ Türkiye’nin bir astronotu yok. O zamanlar, “Türkiye’nin astronotu yok, sen nasıl olacaksın?” diye kimse benimle alay etmedi. “Sen kızsın, kızlardan astronot olmaz!” da denmedi. Annemle babam sevgiyle gülümseyerek, “İstersen yaparsın,” dediler. Alay etmediler, yapamayacağımı söylemediler. Sadece, “Nereden çıktı bu?” diye takıldılar. Hepimizin ilk öğretmenleri anne babalarımızdır. Benim de öyleydi, ilk rol modellerim iyiydi. Benim hayallerimi kırmadılar, sevincimi parçalamadılar, heyecanımı yok etmediler. “İyi”den kastım bu.

Lisedeyken fen bölümündeydim; şimdiki tanımıyla “sayısalcı”ydım. Bilime karşı her zaman büyük ilgi ve hayranlık duyardım. O zamanlar bilim ve sanatın disiplinlerarası çalışılabileceği gibi bir düşünce yoktu. Sayısal öğrencisi olduğum için daha az edebiyat dersi almak zorundaydım. Edebiyata meraklı ve biraz da iddialı bir çocuk olduğumdan o az edebiyat dersinde bile çokça soru sorardım. Öykü ve denemelerim o yıllarda okul gazetesinde, bazı yerel dergilerde yayımlanmaya başlamıştı.

Lise sondayken bir gün edebiyat öğretmenimiz beni öğretmenler odasına çağırdı. Odaya girdim, kapıyı içeriden kilitledi. Koskoca öğretmenler odasında yapayalnızdık, tüylerim diken diken olmuş, korkmuştum. Yumuşak bir sesle, “Buket, artık bana soru sormanı istemiyorum, ben sana yetemiyorum,” dedi. 16 yaşlarında genç bir kızdım, ama bir anda, “Ben ne yapacağım şimdi?” diyerek dudağı bükülen bir çocuğa dönüşmüştüm. Öğretmen kaybetmenin yetim ve öksüz bırakan duygusuyla o gün tanıştım.

Attilâ İlhan’ın odasında geçen yıllar…

Bir yıl sonra üniversitede öğrenciyken eğri büğrü elyazımla yazdığım öykülerimi topladım ve Attilâ İlhan’ın editörlük yaptığı Bilgi Yayınevi’ne götürdüm. Tabii ilk gidişte bodrum katındaki odasına giremedim; çekindim, geri çıktım, tekrar döndüm. Sonunda bir gün erkek arkadaşım beni içeri itti de Attilâ İlhan’ın karşısına çıkabildim. O günden sonraki beş yıl boyunca, evden ve okuldan çok, Attilâ İlhan’ın bir edebiyat üssüne dönüşmüş o odasında zaman geçirdim, bunu tercih ettim.

Orada dönemin en önemli, en büyük yazarlarıyla tanışma şansım oldu. Orası bir okuldu. Benim gibi edebiyata meraklı gençler geliyordu ve aralarından en dayanıklı olanlar orada kalabiliyordu. Çünkü Attilâ İlhan iki cümlesinin arasında bir ödev veriyordu bize. “Romain Gary’i okudun mu?.. Anais Nin’i okudun mu?..” Bu soruları, anlayana birer ödevdi. Biyoloji okuyordum, ama sınavları aksatıp Attilâ İlhan’ın dediği kitapları bulmaya çalışırdım. Çoğunun çevirisi yoktu ve Fransızca’m çok kötüydü. Sözlüklerle Romain Gary okuduğumu, Fransız Konsolosluğu’nun çöplerinde kitapları aradığımı hatırlıyorum. O dönem benim için çok önemliydi. Beni öksüz ve yetim bırakan edebiyat öğretmenimin yarattığı o büyük boşluğu bir başkasıyla doldurmaya çalışırken, dünyanın en büyük lütuflarından birine ulaştım; Attilâ İlhan gibi bir hocam oldu.

Yıllar sonra Attilâ İlhan’la anlaşamadığımız, birbirimizi eleştirdiğimiz pek çok konu oldu tabii. Ama bunlar önemli değildi; sayesinde “iyi öğretmen” açlığımı doyuracak bir yer bulmuştum. Bana, “Çok şanslısın!” diyenlere gülümsüyor, kafamı çeviriyorum. Her şeyi şansa bağlayamazsınız. O yaşlarda benimle aynı durumda olan birçok öğrenci arkadaşım, oraya gitmek yerine başka şeyleri tercih ediyor, başka eğlenceleri seçiyordu. Çocuklara ve gençlere öğretmemiz gereken en önemli şeylerden biri, insanın kendi şansını yaratabilmesi için çok emek vermesi gerektiğidir.

Çocukların hayal güçlerini engelleyen toplumlar…

Vurguladığım “iyi öğretmen”in önemi işte burada. Hepimizin yetersiz olduğu konular var. Ama önemli olan, insanın yetersizliğini kabul edebilmesidir. Bizler, özür dilemeyi bilmeyen bir toplumun insanlarıyız. Yetersizliği kabul etmek de bir o kadar zor. Özür dileyebilmenin erdem olduğunu çocuklarımıza anlatmak zorundayız. Benim öğretmenim iyi bir insandı, iyi bir anneydi belki ama iyi bir öğretmen değildi. İyi bir öğretmen olsaydı, yetersiz olduğu noktada beni daha yeterli birine yönlendirebilir, hayallerimi kırmazdı.

Uzun zamandır çocuklara adlarını değil, büyüyünce ne olmak istediklerini soruyorum. Yoksul ailelerin çocukları arasından araba yarışçısı ya da yüzücü olmak isteyen, böyle hayaller de kuran çocuk çok az çıkıyor. Muhafazakâr ailelerin kızları arasından doktor ya da pilot olmak isteyen çok az çıkıyor. Ailenin sosyal, siyasal ve ekonomik koşulları, çocuklarının hayallerini de şekillendiriyor ne yazık ki. Bir çocuğun sevgi, güven ve beslenme kadar hayal kurabilmeye de ihtiyacı vardır.

Bir biyolog olarak, “Homo Sapiens’in bugün hâlâ yaşayabilmesi ve insan uygarlığını kurmuş olması, hayal gücü sayesindedir,” görüşüne inanan ekoldenim. Çocukların hayal güçlerini engelleyen toplumlar aslında intihar ediyor. Anadolu gibi zengin uygarlıkların gelip geçtiği bir yerde büyüyen çocuğun, İskandinavya’daki çocuktan daha fazla hayal gücüne sahip olacağını söylemek için bilim insanı olmaya gerek yok. Anadolu’nun neresinden gelirsek gelelim bunu hepimiz çocukluğumuzdan biliriz. Ozanlar; destanlar, masallar, öyküler, türküler yoluyla bütün kültürü bize taşır. Bu edebiyat biçimleri de kendi içlerinde hayal gücüyle oluşmuştur. Oysa biz o gücü de törpülüyoruz. Bu nedenle, iyi anne baba olmak, çocuğuna gıda ve barınak sağlamak değildir; iyi öğretmen olmak, sadece müfredatı uygulamak değildir. Geleceği olmayan çocuklar yetiştiren toplumlar, henüz intihar ettiklerinin farkında değildir.

Annemi sık sık okula çağırırlar, “Kızınızın hayal gücü çok aşırı, lütfen onu biraz dizginleyin,” derlerdi. 1960’lı yıllarda, hayal gücünün sorun olarak görüldüğü bir eğitim tarzı vardı. Ancak 1990’lı ve 2000’li yıllarda oğlumun okuluna aynı nedenle ben de çağrıldım. Hayal gücü geniş olan çocuklar ve gençler, eğitimcileri yorabilir, üzebilirler; ama onlar farklıdır, kırılmamalıdırlar.

İşini iyi yapmak ve iyi insan olmak farkı…

Son olarak işini iyi yapmakla iyi insan olmak arasındaki farkı biraz daha açmak istiyorum. 20’li yaşlarımın başında Norveç’e burslu öğrenci olarak gitmiştim. Çok havalı olacağını düşünerek, Norveç’in Nobel ödüllü yazarı Knut Hamsun’un Açlık romanını okuduğumu, Türkiye’de çok sevildiğini söylemiştim. Etrafımda derin bir sessizlik oluştu. Sonradan öğrendim ki, Knut Hamson iyi bir yazar olmasına ve Norveç’e Nobel kazandırmasına karşın, ülkelerini işgal eden Naziler’le işbirliği yaptığı için onu affetmiyorlarmış. Heykelini bile dikmişler, ancak, “İyi bir yazar, ama iyi bir insan değil!” diye de ayırıyorlar. Bu çok önemli bir nokta.

Bizdeyse biri iyi insansa işini de iyi yapıyor denir. Örneğin, biri iyi bir yazar olmayabilir, ama çok iyi bir insandır. Kitaplarını sevmezsiniz, iyi bir yazar değil dersiniz, ama kendisini seversiniz. Tam tersi de olabilir. Kendi kültürümüzde bu konuda büyük sıkıntı çekiyoruz. İyi ve kötüyü birbirinden ayırt edemiyoruz. İkisi arasındaki farkı bilmediğimiz için hayatta her şeyi siyah ve beyaz olarak algılıyoruz. Maalesef bu kültür, gençlere de böyle aktarılıyor. Teknoloji seven elyazısına karşı değildir. Bunun gibi örnekleri gençlere aktarabilirsek, Türkiye’de demokrasi kültürü de gelişecek.