İklim krizi ve anlatıda kavramsal dönüşüm…

40 yılı aşkın sanat verimiyle her yaştan okuru etkileyen sanatçı Behiç Ak, tüketim kültüründen kentsel dönüşüme, insan-doğa ilişkisinden göçe kadar pek çok konuyu ustaca düşündürüyor. İklim kriziyle mücadelede paradigma değişiminin altını çizerken “üretim kültürü”ne dikkati çekiyor.

Küresel ısınmayla ilgili konuşurken, çoğu zaman bildik şeyleri tekrarlıyoruz gibi geliyor. Her geçen gün küresel ısınma bilincimizin artmasına rağmen, fosil yakıtlardan, atıkların geri dönüştürülmesinden, çevreye uygun bir yaşam kurmaktan bahsediyoruz. Çocuklara bu konularda hoş eğitimler vermeye başladık. Yine de küresel ısınma artıyor. Her geçen gün artıyor ve buna bir şekilde engel olamıyoruz.

Kavramları eleştirmek yerine onların tarafını tutmak!

Acaba bu konuda yetersiz kalmamızın nedeni ne? Kullandığımız kavramları yeniden gözden geçirmeli miyiz? Bu bir problem, çünkü artık modern bir çağda değil, postmodern bir çağda yaşıyoruz. Modern çağda kavramlar eleştirilebiliyor, tartışılabiliyordu. Oysa postmodern çağda kavramlara karşı kesin bir inancımız var. Kavramları eleştirmek yerine onların tarafını tutarak konuşuyoruz ve pek fazla analiz etmiyoruz.

Bilim insanları, Holosen Çağı’nı geçirdiğimizi ve Antroposen Çağı’na geçtiğimizi ifade ediyor. Antroposen Çağı, İnsan Çağı olarak da adlandırılıyor. İnsanın doğa üzerinde yaptığı etkilerin geri dönülmez bir boyutta olduğu bir çağ.

Buhar makinesinin icadından –yani endüstrileşmenin başından bugüne kadar hızlı bir şekilde artan, insanın doğa üzerindeki etkisinden bahsediliyor. Bu da ilk sorgulamamız gereken kavramı gündeme getiriyor. Acaba “insan” nedir? “İnsan” kavramını doğru kullanıyor muyuz? İnsan bir özne mi? İnsan gerçekten doğayı değiştirebilecek güçte bir özne mi? Eğer insan bir özneyse, küresel ısınmayı nasıl yarattıysa, aynı şekilde yok edebilir de, öyle değil mi? İnsan, istediğini yapabilen, özne olabilen bir yaratık.

Bununla ilgili geçmişte çok güzel bir pratik var. Ozon tabakasındaki delinme, insan eliyle yaratılıp insanların aldığı önlemlerle küçülmedi mi? O halde umutlanmalı mıyız? Küresel ısınma konusunda da insan bunu yapabilir mi?

Tüm bu sorgulamaların arkasındaki “insan” kavramından söz ederken, iki oluşumdan bahsediyoruz. Birincisi, biyolojik insan. Milyonlarca yıl içinde yavaş yavaş evrimleşmiş, biyolojik bir yaratık. İkincisi de tarihsel insan. Biyolojik evrimle açıklanamayacak derecede hızlı gelişen bir canlı. Son yüz yıllık gelişimini düşünürsek, bunun hızıyla biyolojik yavaşlık karşılaştırılamaz bile. Tarihin hızıyla doğanın hızı çok farklı. Biyolojik evrim ve tarihsel değişim asla kıyaslanamayacağı gibi insanın tarihsel varoluşuyla, biyolojik varoluşunu da aynı koşullarda değerlendiremeyiz.

Karadeniz’e neden hep “ölü deniz” dedik?

Ozon tabakasındaki delinme, insan eliyle yaratılıp insanların aldığı önlemlerle küçülmedi mi? O halde umutlanmalı mıyız?

Benim çocukluğum bir Karadeniz kıyı şehri olan Samsun’da geçti. Çocukluğumuzda hep şunu öğrendik. Karadeniz’in dibinde iki bin metrelik hidrojen sülfür tabakası var; ölü deniz, yani orada canlı yaşamıyor. Ondan sonraki iki yüz metrelik bölümdeyse canlılar yaşıyor, balıklar hayatını sürdürebiliyor. Bu “ölü deniz” kavramı, çocukluğumda beni çok etkilemişti. Hakikaten ölü bir deniz miydi orası?

Yıllar sonra, çocuklar için Karadeniz ekolojisini anlatan bir kitap yapmak istediğimde biraz inceleme fırsatı buldum. Karadeniz’in dibinin ölü deniz olduğu doğru değildi, oradaki hidrojen sülfür tabakasının içinde yaşayan sülfür bazlı, anaerobik bakteriler vardı. Bu iki kilometre kalınlığındaki sülfür tabakası, yukarıdaki balıkların yaşamasına neden olan beslenme zincirinin, ekosistemin bir parçasıydı. Bu tabakayı Karadeniz’in altından çekip alırsak, oradaki tüm ekosistem çökerdi. Yüzbinlerce yıl içinde yavaş yavaş oluşmuş bir ekosistemden söz ediyoruz.

Karadeniz’de balık çeşitlerinin yok olmasına ilişkin birçok haber alıyoruz. Denizdeki oksijensizleşmenin önemli sonuçlarından biri bu. Çok daha önemlisi de oksijensizleşmeyle birlikte oluşan hidrojen sülfür tabakaları. Bunlar, diğerleri gibi doğal bir hızla oluşmuş tabakalar değil. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, yani son 50-60 yılda oluşmuş tabakalar.

İkisi de aynı şey olduğu halde, biri beslenme zincirinin parçası, diğeriyse biyolojik çeşitliliği tahrip eden bir öğe haline gelebiliyor. Tıpkı Meksika Körfezi ya da Japonya’daki Minamata Körfezi’nde olduğu gibi. Bu yüzergezer tabakalar, tarihselle doğalın ayrılmasında çok önemli göstergeler. Çok hızlı şekilde oluşan bu yeni tabakalar, beslenme zincirinin bir parçası haline gelemiyorlar ve olmamaları gereken bir yerde, oksijenin olması gereken yerde gelişiyorlar.

Yaşanan gerçekten “İnsan Çağı” mı?

Tarihsel olanla doğal olan arasında kesin bir ayrım var. Bunu kavramlarımıza da yansıtmalıyız. Tarihsel insanın, biyolojik insanı bir özne haline getirmesi mümkün değil. Biyolojik insan tamamen bambaşka bir süreç yaşıyor. Vücudumuzun içindeki evrimsel gelişmeler, milyonlarca yılda oluşmuş, yavaşlığını koruyarak devam ediyor, ama tarihsel değişimimiz son derece hızlı. Nereye doğru gittiğini tam olarak hesap edemediğimiz derecede hızlı. Belki de insanın biyolojik varoluşunu yok etmeye doğru gidiyor.

Doğada atık yoktur, doğada geri dönüşmeyen hiçbir şey yoktur. Bir çınar ağacının doğayı kirletmesi söz konusu bile değil.

Aralarında müthiş bir tezat, çelişki ve çatışma var. Bu nedenle, insanı özne gibi görmemiz bir yanılgı. “İnsan şunu yaptı, insan yüzünden bu oldu, insan bunu yaptı,” gibi kurduğumuz her cümlede bu yanılgıyı hissetmeliyiz. Bu yüzden, yaşadığımız çağa İnsan Çağı dememiz biraz doğru değil, bu tarihsel bir şey.

Bugün küresel ısınmayla ilgili kullandığımız öyle kavramlar var ki sorgulanmadan kabul edilmiş gibi. Geri dönüşüm ya da sürdürülebilirlik gibi… Birtakım malları geri dönüştürebilirsek, ekonomiyi sürdürülebilir hale getirebilirsek, doğayla uyum içinde bir şeyler yaparsak küresel ısınmayı engelleyebiliriz sanılıyor. Bu kavramları çok sık kullanmaya başladık, o kadar sık kullanıyoruz ki neredeyse içleri boşaldı. Peki, bu kavramlar nereden çıktı?

Doğanın ve tarihin özdeş kabul edilmesi sonucunda kurtarıcı olarak ortaya atılmış, doğadan çıkarılan, doğadan ödünç alınan kavramlar bunlar. Doğa sürdürülebilirdir, doğada her şey sürdürülebilirdir. Doğada atık yoktur, doğada geri dönüşmeyen hiçbir şey yoktur. Bir çınar ağacının doğayı kirletmesi söz konusu bile değil. Doğanın kullandığı enerji de geri dönüştürülebilirdir. Doğada aşırı üretim yoktur, dolayısıyla aşırı tüketim de yoktur. Aşırı beslenmiş ve obeziteden ölmüş bir kaplanla karşılaşmazsınız. Doğada, doğal bir denge vardır.

Geri dönüştürme yanılsaması…

O iki hidrojen sülfür tabakasının ve insanın iki farklı yapısının birbirinden farkı gibi, doğa ile tarih arasında da müthiş bir uçurum var. Bunları özdeşleştirerek kullanmak çok büyük bir yanılgı. Ekonomideki geri dönüşümle doğadaki geri dönüşüm arasında biçimsel bir benzerlik olabilir belki, ama tamamen farklı kavramlar. Bu farkı biraz açıklayalım.

Pet şişeyi üretip, atıklarını toplayıp, şişeyi üreten fabrikanın yanına yeni bir fabrika açarak o atıklardan başka plastik ürünler üretmeyi “geri dönüşüm” olarak adlandırabiliriz. Bu zincir daha da uzatılabilir, yeni geri dönüşüm pratikleriyle devam edebilir, ama bunun doğada bir örneği yok.

Geri dönüşüm kavramı ilk ortaya çıktığında, çok az şey geri dönüştürülebilirdi. Bugün hemen hemen her ürünün üzerinde bir geri dönüşüm sembolü görüyoruz. Neredeyse geri dönüştürülemeyen hiçbir şey kalmadı dünyada.

Bu sürece biraz objektif bakıldığında, doğadaki geri dönüşümde enerjinin çok az kullanıldığını ve hatta onun da dönüştürülebilir olduğunu görürüz. Öte yandan, ekonomideki geri dönüşüm bunun tam tersi. Geri dönüşüm için hep daha fazla enerjiye ihtiyacımız var ve bu enerji geri dönüştürülemez. Enerjiyi hep daha çok üretmek, hep üretmek zorundayız. Ne kadar çok fabrika, o kadar fazla enerji üretme ihtiyacı! Küresel ısınmanın temel nedeni olan aşırı üretim ve aşırı enerji üretimi bu şekilde gerçekleşiyor. Doğadan ödünç aldığımız “geri dönüşüm” kavramı bir şeyleri gizliyor olabilir mi? Bu soruyu kendimize sormalıyız.

Üretimden vazgeçme fikri!

Doğadaki gibi bir geri dönüşüm, ekonomide olamaz. Küresel ısınmanın azaltılması için öncelikle enerji ve emtia üretiminin azaltılması gerekiyor. Bunları sürekli çoğaltacak sistemler önermek, ekonominin geri dönüşümü için de çok faydalı bir şeydir, çünkü ekonomik açıdan ilerlemeyi ve gelişmeyi gösterir. Ekonomik olarak gelişiyoruzdur, üretim artmıştır. Daha çok üretiyoruzdur, daha çok enerji tüketiyoruzdur, daha çok enerji üretiyoruzdur… Bütün bunlar ekonomi için iyi göstergeler olabilir. Öte yandan, küresel ısınma açısından bu durum asla doğru değildir. Küresel ısınmayı söz konusu ettiğimizde, daha az üretmemiz gerekiyor.

Pet şişenin ortadan kaldırıldığını ve üretiminin yasaklandığını düşünelim. Bu çok daha doğru bir harekettir. Böylelikle, çok fazla geri dönüşüm için enerji sarf etmekten, bir sürü fabrika için enerji üretimi yapmaktan ve fazla mal üretmekten kurtuluruz. Bu örnekteki gibi geri dönüştürmek yerine, geri dönüştürebileceğimiz birtakım materyalleri asla üretmeme fikri, aslında ekonomiyle de çelişen bir fikir. En baştaki tezimizi doğrular nitelikte. Doğanın geri dönüştürmesiyle ekonomininki asla özdeş değil.

Bu anlamda, insanın ozon tabakasının delinmesi ve o deliğin tekrar küçültülmesi olayında şöyle bir başarısı oldu: Kloroflorokarbon gazı üretimi neredeyse yasaklandı. Ozon tabakasının delinmesine neden olan maddenin tespit edilip onun üretiminin azaltılması ve sonra da yasaklanması çözüm oldu.

“Doğayı koruyoruz” imajına değil, yeni kavramlara ihtiyacımız var!

Sürdürülebilirlik kavramını da çok kullanıyoruz. Çoğunlukla ekonomik olarak bir fabrikanın sürdürülebilirliğinden söz ediliyor. Oysa doğadaki sürdürülebilirlik çok başka. Doğanın kendi kendini sürdürmesi, enerjinin kendi kendini dönüştürmesiyle, bütün üretilen şeylerin sıfır atık olarak dönüştürülmesiyle, artı olarak hiç enerji üretmemekle mümkün. Bütün bunlar, üretimden vazgeçme fikriyle gerçekleşir.

“Geri dönüşüm” ve “sürdürülebilirlik” kavramlarını kutsallaştırırsak, ne kadar çok tekrar edersek, “doğayı koruyoruz” gibi bir imaj oluşturuyoruz. Oysa bu doğru değil. Aksine, bu kavramları 20. yüzyılda bırakmalıyız. 21. yüzyılın kavramları kesinlikle “geri dönüşüm” ve “sürdürülebilirlik” olmamalı. Çok daha yeni kavramlara ihtiyacımız var.

Doğada aşırı üretim yoktur, dolayısıyla aşırı tüketim de yoktur. Aşırı beslenmiş ve obeziteden ölmüş bir kaplanla karşılaşmazsınız. Doğada, doğal bir denge vardır.

Bir diğer önemli kavram da “tüketim ekonomisi”. Çok üretimin kutsallaştırıldığı, olumlandığı, tüketimin de giderek canavarlaştırıldığı bir çağda yaşıyoruz. “Tüketim ekonomisi” kötü, ama “üretim ekonomisi” güzel bir kavram. Burada da büyük bir tuzak var. Bizim eleştirmemiz gereken ekonomik model biçimi, aşırı üretim ekonomisi olmalı; aşırı tüketim ekonomisi değil. Birtakım rolleri tüketicilere yükleyerek, çevreyi ve doğayı koruma altında birtakım sahte mücadele yöntemleri sunarak, aşırı üretimin yaptığı tahribatı gizlemiş oluyoruz. Bu çok korkunç bir şey. Çünkü tüketim ekonomisinin olmasının tek nedeni, aşırı üretim ekonomisinin olmasıdır. İhtiyaçları dolayımlayan şey, ihtiyaçları oluşturan şey, üretimin ta kendisidir. Dolayısıyla, “tüketim” ve “üretim” kavramlarını bu şekilde kullanmaktan vazgeçmeliyiz. İnsanlara yanıltıcı sorumluluklar yükleyen böylesi argümanlardan kurtulmalıyız.

Eleştirmemiz gereken tek şey var: Aşırı üretim ekonomisi, aşırı enerji üretimi, aşırı mal üretimi ve hatta insanların aşırı derecede üremesi. Olayları “tüketim ekonomisi” diye rasyonalleştiren bakış açısı, insanı insan olarak değil, “tüketici” olarak gören bir noktada. İnsanlığın nüfusu 8 milyarı aşmış durumda, yani 8 milyar tüketici var! Bu ekonomi için çok iyi olabilir, ama küresel ısınma açısından çok tehlikeli. Dünya’daki kaynaklardan aşırı üretim yapılarak tüketici haline dönüştürülen bu kadar çok insanın, küresel ısınmaya karşı bir tavır alması çok zor.

Özetle, söz konusu kavramlara postmodern bir bakışla yaklaşmamalı, modern dönemlerdeki gibi analitik eleştiriler getirmeli, sorgulamalıyız. Sürdürülebilirlik, geri dönüşüm, tüketim ekonomisi bunlardan sadece birkaç tanesi… 21. yüzyılda bunları geride bırakarak ilerlemeliyiz.