Kitap Dünyasında Bir Ömür
Uzun yıllar kültür sanat dergiciliğimize ilham veren Cumhuriyet Kitap Eki’nin kurucu yayın yönetmeni olarak çalışan, hayatını kitaplara adamış bir yayıncı, gazeteci, eleştirmen, okur olan Turhan Günay, engin birikimiyle edebiyat yayıncılığımızın dünden bugüne renkli bir portresini çiziyor.
Osmanlı İmparatorluğu’nda matbaanın 1719’da İbrahim Müteferrika tarafından kurulduğunu biliyoruz. 1929’da Latin alfabesinin kabulüne kadar geçen 210 yılda yaklaşık 30 bin kitap ve broşür üretilmiştir. Bu, o dönemde yılda ortalama 142 başlık üretildiği anlamına gelir. Cumhuriyet’le birlikte, özellikle Latin alfabesine geçildikten sonra, devlet desteğini de arkasına alan yayıncılığımızda gerçek bir patlama yaşanır. Bugün de yaşamını sürdüren birçok yeni yayınevi ortaya çıkar. Bunların başında Remzi Kitabevi ve İnkılâp Kitabevi gelir. Okul sayısı hızla artmış, çoğalan öğrenci nüfus, okuyabileceği çok fazla kitapla buluşmuş, kültür yaşamımızda büyük bir canlılık başlamıştır. Ben işte bu canlanışın 1955’ten bugüne dek süren dönemine ilişkin, kendi yaşamımdan, izlenimlerimden yola çıkarak söz etmek isterim.
Çizgi roman salgını yılları: 1950’ler…
Benim okuma serüvenim 1960’ın biraz öncesinde başlar. O yıllarda çocuk kitapları neredeyse yok gibiydi. Doğan Kardeş gibi birkaç yayınevimiz vardı, ama çocuk kitabı sayısı çok kısıtlıydı. Onun yerine büyükler için yazılmış, ancak çocukların da okuyabileceği düşünülen kitaplar önerilirdi. Alain Fournier’nin Adsız Köşk’ü gibi. 1955’lerde Tom Miks, Teksas, Pekos Bill gibi dizilerle çizgi romanlar yayımlanmaya başladı. Benim kuşağımın çoğunluğu, bu kitapları okuyarak 1960’lara kadar geldi diyebilirim. Yine bu dönemde kurulan Çağlayan, Akba, Hadise, Ekicigil, Altın Kitaplar gibi yayınevleri de polisiye roman salgınını genişleten kitaplar yayımlıyordu. Edebiyatımıza yön verecek yazarlar da yine aynı dönemde ortaya çıktı; Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Kemal Tahir önemli eserlerini bu yıllarda verdi.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra oluşan görece özgürlük ortamı, Türkiye’yi sol literatürle tanıştırdı diye düşünürüm. O dönemde, çoğunun adını artık neredeyse hatırlayamadığımız çok sayıda yayınevi kuruldu. Sol Yayınları, Sosyal Yayınları gibi yayınevleri de o dönemde yayıncılığa atıldı. Aynı yıllarda kurulan edebiyat yayınevleri de vardı. Özellikle Cem Yayınevi, May Yayınları, De Yayınları gibi yayınevleri, Türk edebiyatı eserlerinin yanı sıra dünya edebiyatının önemli metinlerini de dilimize aktarmaya çabalıyordu. Yayıncılığımızda kalite ve özen arayışı da bu yıllarda ön plana çıkar.
Benim kitaplarla ve yayınevleriyle ilişkim de bu yılların mirasıdır. Henüz orta öğrenimdeyken ödemeli ya da ederi kadar posta pulu göndererek yayınevlerinden kitap ediniyordum. Böylece ilk kütüphanemi kurmaya başladım. Bizim eve Cumhuriyet ve Ulus gazeteleri girerdi genellikle. Birinde, De Yayınevi’nin yayımlayacağı “Yeni Dergi” adlı bir derginin ilanını gördüm. Dergiye yıllık üç buçuk lira ödeyerek abone oldum. Kendisini hep saygı ve sevgiyle andığım Memet Fuat’la dergiler ve mektuplar aracılığıyla süren ilişkim de böyle başladı. İkinci tanışıklığımsa yine sevgiyle andığım ve yıllarca birlikte çalıştığım Oğuz Aral’la oldu.
Cağaloğlu yılları ve kara günler…
Oğuz Abi çok kitap okuduğumu görünce beni Cem Yayınevi’ne götürdü. Yayınevi’nin sahibi Oğuz Akkan’la tanıştım. Oğuz Bey’in zarafetini ve kırk yıllık tanışıymışım gibi bana gösterdiği yakınlığını hiç unutmadım. Yayınevinin içindeki kitap raflarını ve stantları göstererek, “İstediğin kitapları alabilirsin,” dedi. Seçtiğim kitapların bedelini ödemek için yanına gittiğimde para almadı; kitapların artık benim olduğunu ve ne zaman başka kitap istersem gelip alabileceğimi söyledi. Artık önüm açıldı, diye düşünmüştüm o zaman. Bulabildiğim her aralıkta Cağaloğlu’ndaki diğer yayıncıları ve kitapçıları ziyaret ediyor, onlarla da tanışıyordum. Özellikle GEDA Dağıtım’ın sahibi Nurer Uğurlu’yu anmalıyım. Oradan edindiğim kitaplardan neredeyse hiç kâr payı almazdı.
Derken 12 Mart 1972 askeri darbesi geldi. Yayıncılar ve yazarlar tutuklanıyor, evler basılıyor, kitaplar toplatılıyordu. Darbecilerin hoşlanmadığı kitapları bulunduranlar gözaltına alınıp tutuklandığı için evlerde kitap imha hareketi başlamıştı. İnsanlar için de kitaplar için de kara günlerdi. Ancak sonraları günler daha da karardı ve 12 Eylül 1980 darbesi yapıldı. Kitaplar artık bir terör aracı olarak görülüyor, yapılan baskınlarda ele geçen silahların yanında tehlikeli belgelermiş gibi televizyon haberlerinde kamuoyunun ilgisine ve bilgisine sunuluyordu. Bununla da yetinilmiyor, yayıncılar tutuklanıyor, yayıncı İlhan Erdost gözaltında öldürülüyordu. Yayınevlerinin depolarında kitaplar müsadere ediliyor, yakılarak imha ediliyordu. O dönemde Bilim ve Sosyalizm Yayınları’nın 125 bin kitabı maalesef fırınlarda yakılarak yok edildi.
“Geçmişe göre çok daha fazla kitap okunuyor gerçekten, çok daha fazla kitap satılıyor, ama kitabı sevmek bambaşka bir duygu.”
İki yıl kadar süren bu koyu karanlık dönem, 1982’de TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın açılmasıyla bir ucundan da olsa aydınlanmaya yüz tuttu. Kitaplarımıza yeniden sahip çıkmaya başladık. Kitap tanıtım ve eleştiri dergilerinin, yeni yayınevlerinin sayısı da hızla arttı. 1960’larda etkin yayınevlerinin sayısı 100’lerle ifade edilirken bugün sayıları 1800-2000’lere yaklaştı.
Ben bu sürecin 1983-2018 yılları arasında kitap dergileri hazırladım. Bir bakıma büyümenin içinde yer aldım diyebilirim. 1992 yılında Türkiye’de yılda 1.500 başlık kitap yayımlanırken bugün 78.000 başlık kitaptan söz ediyoruz. Bu büyümenin küçük bir parçası olduğum için gerçekten çok mutluyum. Her zaman söylerim, kitaplar benim için vazgeçilmez hazinelerdir ve onlara, onları yaratanlara sonsuz minnet duygularımı iletmek isterim.
Son üç satır formaya sığmazsa neler olur?
Yayıncılığımızla ilgili birkaç ilginç anektodu ve bir de fıkrayı aktarayım. Geçmişte, yayınevlerinde de kitaplarda da bir editörlük kurumu ve çalışması yoktu. Basılan kitaplarda çok fazla tashih, çok fazla cümle bozukluğu vardı. Yazarının bilgisi dışında kısaltmalar ya da eklemeler yapılıyordu. Çok sayıdaki örnekten biri Karamazof Kardeşler’le ilgilidir. Çevirmeni, sanırım 1936’da iki cilt olarak yayımlanan kitaba yazdığı önsözde, Türkler’e hakaret eden bölümleri metinden çıkardığını anlatır. Bir çevirmen buna karar verebiliyor ve kitabı kısaltma yetkisini (!) kullanabiliyordu.
1955’lerde Georges Arnaud’nun bir kitabı Türkçe’ye çevrilir. Yayınevi Türkçe baskının kapağını, kitabın Fransızca orijinaline uygun olarak yaptırır. Fransızca baskıda kitabın sırt kalınlığı iki santimetre olduğundan Türkçe kitap kapağındaki sırt da aynı kalınlıkta hazırlanır. Ancak çeviri gelip de kitap çalışıldığında, sırt kalınlığının bir santimetreden az olduğu ortaya çıkar. Bakarlar, sırt, ön ve arka yüzlere dönecek, kötü görünecek, Kemal Tahir’i çağırır ve kitaba ekleme yapmasını isterler. Kemal Tahir dört bölüme eklemeler yaparak kitabı kalınlaştırır. Sırt kalınlığı, hazır kapağa uygun hale gelen kitap yayımlanır ve o dönem için inanılmaz tirajlara ulaşır. Bu gerçek olayı, Çağlayan Yayınları’nın ortaklarından Ertem Eğilmez’in, Demirtaş Ceyhun’a verdiği bir söyleşide okumuş, unutamamıştım. Sonra ne mi olur? Ertem Eğilmez, bir gün Beyoğlu’nda yürürken sinemanın önünde uzun bir kuyruk görür. Merak eder, girer, filmi izlemeye koyulur. Bir süre sonra, çevirtip yayımladıkları o romanın filmini izlediğini fark eder. Sonunda, salon boşalırken seyircinin homurtularını duyar: “Bu ne utanmazlık, romanı kısaltmışlar!..” Çünkü filmde Kemal Tahir’in eklediği bölümler yoktur. Kitabın adı, Dehşet Yolcuları’dır.
Bir başka kısaltma örneğini de sevgili Refik Durbaş’ın günlüklerinden okuduğumu hatırlıyorum. 60’lı, 70’li yıllar; Yaşar Kemal’in romanları Cem Yayınevi’nde basılıyor. Düzeltmen de sevgiyle andığım Refik Durbaş’tır. Demirciler Çarşısı Cinayeti yayımlanacaktır. Kitabın sonunda, “O güzel insanlar, o güzel atlara bindiler, gittiler. O güzel insanlar, o güzel atlara bindiler, gittiler…” cümlesi dört satır olarak tekrarlanır. Kitap basılır, Yaşar Kemal eline alır bakar, sonda cümleden tek satır vardır. Hemen elinde kitapla Refik Durbaş’ın yanına gider ve onu azarlar, “Kitabımı niye kısaltıyorsun?” diye sorar. Durbaş şaşırır, “Ben kısaltmadım,” der. Sonra araştırma yapar, durumu anlarlar. Dört tekrar cümlenin üçünü dizgici kısaltmıştır. O yıllarda kitaplar kurşun harflerle diziliyor; son üç satır formaya sığmıyor, yeni formanın 15 sayfası boş kalıyor. Kâğıttan tasarruf etmek isteyen dizgici kendi başına karar veriyor, son satırları atıyor. Bugün artık böyle sorunlar kalmadı, hem editörlerimiz sayesinde hem de teknolojik olanaklarla çok daha sağlıklı çalışmalar yapılıyor.
Kitabı sevmek duygusu…
Kitabı sevdirmenin yollarından birinin de kitaplarla çocuklar arasında güçlü ilişkiler kurmak olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunun önemini bir fıkrayla vurgulayayım: Aziz Paul, cennetin kapısında beklerken tuvalete gitme ihtiyacı hissetmiş. Ama görevini bırakacak kimse yokmuş. Kıvranırken Hz. İsa’yı görmüş, “Gel, gel buraya!” diye çağırmış. Hz. İsa yanına gelince, “Burada biraz bekle, ben tuvalete gidip geleyim,” demiş. “Ne yapacağım burada?” diye sormuş İsa. “Gelen geçene bir iki soru sor; gözün tutuyorsa cennete al, tutmuyorsa cehenneme yolla,” diyen Aziz Paul hızla uzaklaşmış. Az sonra İsa’nın önüne yaşlı bir adam gelmiş, “Oğlumu arıyorum, burada mı acaba?” demiş. İsa, oğlunun nasıl biri olduğunu sorunca ihtiyar, “Valla elinde ve ayaklarında delikler vardı,” demiş. İsa birdenbire, “Baba!” diyerek yaşlı adamın boynuna sarılmış, yaşlı adam da İsa’ya sarılırken, “Pinokyo!” diye bağırmış.
Kitabı sevdirmenin yollarını bulmamız gerekiyor. Geçmişe göre çok daha fazla kitap okunuyor gerçekten, çok daha fazla kitap satılıyor, ama kitabı sevmek bambaşka bir duygu. Bu duyguyu bize verebilmiş bütün yaratıcılarımıza teşekkür ediyorum.