Sevgiyi Harmanlayan Bir Şeydir Sanat.
Usta tiyatrocu, sinema ve seslendirme sanatçısı Altan Erkekli, sanat yolculuğundan süzdüklerini, tiyatronun ve edebiyatın yaşam yolculuğunda bıraktığı izleri anlatıyor.
Kalpler bir, uzakta olsak da beraberiz. Uzakta oluşumuzun nedeni, Dünya’da toplam ağırlığı 20 miligram bile olmayan bir virüs. İnsan, çevreyi katlederek, çevreye saygısızca davranarak kendi canavarını yarattı. Bu yaşlı gezegende, doğayla iç içe ve birlikte yaşamak zorunda olduğumuzu unutarak, başkalarını da yaratacak belli ki…
Pandemi döneminde bir kez daha çocukluğuma geri döndüm. Günışığı Kitaplığı’nın değerli yazarlarının bazı eserlerini, yayınevinin Youtube kanalında okuyarak yeniden çocuk oldum. Çocukluğumuza geri dönebilmek, o yumuşaklığı, o esnekliği yaşayabilmek ne kadar önemli… Hepimiz çocuk olduk, hayaller kurduk. Bazılarının hayalleri engellendi, bazıları o hayallerin peşinden koşabildi ve şimdi yaşadıklarını başkalarına aktarmaya çalışıyor. Ben de hayallerimin peşinden koştum. Bugünlere nasıl geldiğimin kısa öyküsünü paylaşmak isterim.
18 Ocak 1955’te Kadıköy Koşuyolu’nda 58 metrekarelik bir “banka evi”nde doğdum. Emlak Bankası’nın yaptığı evlerden biriydi. Rahmetli babam, üç gün boyunca gece gündüz demeden kapısında yatıp kuraya katılarak sahibi olmuş o evin. 20 yıl taksitlerini ödediği evde mutlu yaşamamızı sağladı. Banka, 1953’te teslim ettiği bu evleri uygar bir şehircilik anlayışıyla yapmıştı; 1999’daki büyük depremde hiçbirinde tek çatlak olmadı. O kalkınmayı, gelişmeyi ve şehirleşmeyi yetkin ellere bırakabilseydik, bugün olası bir depremde başımıza ne geleceğini, ne kadar evin yıkılacağını, kaç kişinin öleceğini düşünmek zorunda kalmayacaktık. Gencecik çocuklarımızın acısını düşünmeyecektik. Ama geç değil, çocuklarımızı yaşatmalı, hayallerine ket vurmamalıyız. Onların bu gezegene bizden daha iyi bakacaklarına eminim.
“Benim neden odam yok?”
Koşuyolu’ndaki o mutlu evimizde, annemin öykülerini hiç unutmuyorum. Bir fıkra anlatırken karakterleri canlandırırdı. Yer tarif ederken bile farklı tiplemeler yaratır; bazen Rum, bazen Yahudi, bazen de Ermeni olurdu. Gece bir yerlerden mısır püskülleri bulur, kasket takıp erkek kılığına girer, sesini kalınlaştırır, komşuları korkuturdu. Annemi hayranlıkla izler, bunları nasıl yapabildiğini merak ederdim. Sevgili annem, hayvan sevgisiyle dolu bir insandı. Hepimizin evlerinde kedi ya da köpek vardı. Şimdiki gibi veterinerler, ıslak ya da kuru mamalar yoktu. Kendi yediklerimizden arta kalanlarla beslerdik onları. İstanbul’un göbeğinde, Koşuyolu’nda, bahçemizde birçok hayvan vardı.
Çamlıca’nın eteklerinde mütevazı bir semtti Koşuyolu. İstanbul’un havası en temiz semtlerindendi. İki sanatoryum ve bir prevantoryum vardı. O güzel semtte sabahtan akşama kadar oynar, hayallerimizin peşinde koşardık. Evimizde buzdolabı ya da çamaşır makinesi yoktu. Yiyeceklerimizi buz kovasına yerleştirirdik. Bugünkü kadar tüketmezdik, haliyle bu kadar çöp de çıkmazdı. Meyvelere para verdiğimizi hatırlamıyorum, bahçeler meyve ağacı doluydu. Ya ağaçların üstündeydik ya da bisiklete binerdik. Komşularıyla iç içe, sevgiyle yaşanan bir semtte özgürce büyüdüm. Karpuzcu Mersinli İbrahim Abi’yi de hiç unutmam, ne neşeli bir dili vardı.
Rahmetli annem bir hastalık geçirince, ben daha birinci sınıfta Göztepe Pansiyonlu İlkokulu’nda yatılı okumak zorunda kaldım. İkinci sınıftayken, sınıfımızda gündüzlü öğrenciler de vardı. “Odamda şu var, odamda bu var,” cümlelerini duyuyordum onlardan. Biz iki kardeştik ve benim odam yoktu. Cumartesi öğlene kadar okula giderdik. Hafta sonu için eve geldiğimde, bana sobanın yanında yer yatağı yapılıyordu. Uzunca bir süre, “Benim neden odam yok?” diye kafama takıldı bu konu. Büyüyünce inşaat mühendisi olmaya ve her çocuğun odasının olacağı evler yapmaya o zamanlar karar verdim. Bütün hayalim bir odam olmasaydı…
Kendi kendime öyküler de yazıyordum. Odası olan çocuk, odası olmayan teyze, odası olmayan köpek, odası olmayan tavuk… Yazdıklarımı çevremdekilere okutuyor ya da anlatıyordum. Herkes bana, “Odası olmayan tavuk nasıl olur?” diye soruyordu. Çok hayal kuruyordum ve hayallerimde mutlaka, herkesin mutlu yaşayacağı bir odası olması gerekiyordu. Her insanın kendi özgürlüğünü yaşayabileceği, duvarlarına yazılar yazabileceği, hayallerini coşkuyla dillendirebileceği, birey olabileceği bir oda. O zamanki tek düşüncem buydu.
Gel zaman git zaman, ilkokul beşinci sınıfa geçtim. Karpuzcu İbrahim Abi ortalarda yoktu. Bizimkilere, “N’oldu, İbrahim Abi nerde?” diye sordum. “İbrahim müteahhit oldu, Mersin’de ev yapmaya gitti,” dediler. Bugün düşünüyorum da İbrahim Abi inşallah doğru evler yapmıştır. Çünkü karpuzcuların, manavların, nalburların yaptığı binaların altında ezilen çocuklarımız var bizim.
Mühendislik hayalinden tiyatroya…
Diyarbakır Maarif Koleji’nde yatılı olarak okumaya gittiğimde de inşaat mühendisi olma sevdam sürüyordu ve tiyatro hiç aklımda yoktu. Hiç bilmediğim Diyarbakır’a üç günlük bir tren yolculuğuna çıkarken, ailemin Haydarpaşa Garı’nda beni hiç tanımadıkları başka bir aileye emanet ettiğini hatırlıyorum. Sadece 11 yaşımdayım. Bir kompartımanda, tanımadığım bir ailenin nezaretinde Diyarbakır’a gidiyordum. Tüm iyi niyeti ve sevecenliğiyle beni okuluma kadar götürmüştü o aile. Türkiye böylesine temizdi. İnsan ilişkileri de temizdi, sular da temizdi. Bütün Türkiye musluklardan akan suyu içerdi. “Terkos suyu” derdik ona. Önce suları kirlettik, sonra da insan ilişkilerini. O insanlar sevgisizlikleriyle bugünlere geldiler.
Annemden bana geçen öykücü özelliğinden olsa gerek, Diyarbakır Maarif Koleji’ndeyken taklitler yapıyordum. Çarşıda pazarda gördüğüm olayların içine öğretmenlerimden karakterler ekliyor, kendi hikâyelerimi yazıyordum. 5-10 dakikalık küçük oyunlar sahneliyordum. Herkes kahkahalar atıyordu. Bir gün okulun müdürünü de dahil ettim bu hikâyelerden birine. 11 yaşında bir çocuk, 60 yaşındaki müdürü taklit edince herkes gülmekten kırıldı; bir anda efsane oldum okulda. Amerikalı öğretmenim, “Altan, you will be a great actor!” (“Altan, sen büyük bir oyuncu olacaksın!”) dedi. Ben de içimden, “Amerikalı’ya bak! Ben inşaat mühendisi olacağım, aktör olamam!” diye düşündüm.
Lisede, artık Kadıköy Maarif Koleji’ndeydim (bugün Kadıköy Anadolu Lisesi). Yeni okulumdaki İngilizce öğretmenim Pesen Şentürker’i sevgiyle ve teşekkürlerimle anıyorum. “Senin bu yeteneklerini mutlaka başka bir yerde değerlendirmeliyiz. Yapı inşası, ancak insanlığın inşaasıyla mümkün olur. Senin yeteneklerini, ülkemizdeki insan ilişkilerinin inşaasına yönlendirelim,” diyerek aklıma tiyatroyu soktu.
Annem ilkokuldan itibaren sık sık tiyatroya götürürdü beni. Ama bir subay çocuğu olarak disiplinli büyüdüğümüzden, o sahnedeki özgürlüğü kendimde hiç göremiyordum. Ne zaman ki Pesen Öğretmen, “Gel seni tiyatrocu yapalım. Bana şeref sözü ver. İleride tiyatroda devam edeceğine söz ver,” cümlesini kurdu, o gün tiyatrocu olmaya karar verdim.
En önemli hazırlığım, hayatı gözlemlemekti. Herkesin ve her şeyin hikâyesini dinlemek çok önemlidir. Hâlâ dinlerim. Herkesin hikâyesinde hüzünlü, komik, dramatik, ders çıkaracağımız ve o dersi alıp kendimizi başka yerlere götüreceğimiz bir kırıntı vardır. O ufak kırıntı, yeni dünyaların, yeni hayallerin, yeni buluşların kapısını açabilir. Bugün içinden geçtiğimiz bu zor günler için de geçerli bu. Bu gezegene sahip çıkma duygusuyla herkesin birbirini dinlemesi ve anlaması gerekiyor.
Prometheus’un insanlara ateşi getirmesi gibidir sanat…
Sıkıntıları ortadan kaldırabilmemiz için sanatın içine girmeliyiz. Sanatın içine girdikçe, hepimizin özgürlük anlayışının, dünyaya ait görüşlerinin daha da farklılaştığını göreceğiz. Birbirimize kızarken, birbirimize gülümsemeye başlayacağız. Sabahları apartmanda, durakta, ofislerimizde unuttuğumuz “günaydın”ı herkes birbirine söylemeye başlayacak. Unuttuğumuz selamlaşmayı, özel günlerdeki ve bayramlardaki coşkuyu, ötekileştirmeden birlikte yaşamayı, bir aradalık duygusunu, ancak sanat sayesinde hatırlayacak ve yaşayacağız.
“Sanat sevgiyi harmanlayan bir şeydir.”
İyi ki sanatın içinde oldum, diyorum. Çünkü sanat sayesinde, yaptığım her şeyin geri dönüşünü yakalama şansım oldu. Rahmetli Faruk Erem’in “Bir Ceza Avukatının Anıları” adlı oyununda, hayatımda hiç görmediğim, tanımadığım, hiçbir yerde sözü edilmeyen bir idam mahkûmunu oynadım. Hiç suçu olmadan asılan biriydi. Rutkay Aziz’in rejisini yaptığı oyunda, oynadığım rolün hiç sözü yoktu. Sadece final sahnesinde, beni hızla idama götürdükleri sırada, yemek ve su istiyorum. Ağzımdaki lokmayla idam ediliyorum. O sahne, idamı savunanlar da dahil herkesin yüreğine işlemeyi başardı. Yaşam hakkının kutsallığını anlatabildiğimiz bir andı. Çanakkale Açık Hava Tiyatrosu’ndaki oyundan sonra iki hukuk fakültesi öğrencisi yanıma geldi. Hıçkıra hıçkıra ağlayarak sarıldılar bana. “Altan Abi, biz hukuk fakültesi üçüncü sınıf öğrencisiyiz. Gelecek yıl ticaret hukukunda ihtisaslaşmak istiyorduk. Ama bugünden itibaren size söz veriyoruz, ceza avukatı olacağız ve hayatımız boyunca idamın karşısında duracağız,” dediler.
Yaptığımız iş, iki saat içinde bir insanın dünya görüşünü, doğrudan, güzelden ve iyiden yana çevirebilmekti. Sanat her zaman doğruyu, iyiyi, güzeli arayan, meşaleyi en önde koşturan bir duygudur. Prometheus’un insanlara ateşi getirmesi gibidir. Benzer anılarımdan biri de Yılmaz Güney’in “Salpa” adlı oyunundandır. Salpa’nın yalnızlığını, dramını, çaresizliğini oynuyorduk. Konya’da turnedeyken bir grup genç, başka birkaç genci yanıma getirdi. Aralarından biri, “Biz devrimciyiz, onlar ülkücü. Aslında biz akrabayız, ama kavga da edebiliyoruz. Bu oyuna zorla getirdik onları,” dedi. Öbür gruptan bir genç geldi bana sarıldı, “Bu oyuna gelene kadar Yılmaz Güney’den nefret ediyordum. Oyunu izleyince fark ettim ki, benim çektiğim acıları o da çekmiş. Artık onun yüreğimdeki yeri çok başka,” dedi.
Sanat sevgiyi harmanlayan bir şeydir. Herkes “ben seviyorum, sevgi doluyum” der, ama o sevgiyi sanatın aktardığı gibi aktaramaz. Tuvalinde, notasında, yontusunda, romanında, rejisinde, oyununda, sinemasında… Sanat sevgiyi başka türlü gösterir. Bir sanatçının fırçasıyla, eserine kattığı kıvrımlarla sanat başka türlü ortaya çıkar.
Bir arkadaşım, Mahsun Kırmızıgül’ün “Güneşi Gördüm” filmine gideceğimi duymuş. “O Kürtler’in arasında ne işin var senin?” dedi bana. Terbiyem gereği, “Ben bir sanatçıyım, ben bütün dünya insanlarıyla iş yapıyorum,” diye cevapladım. Film vizyona girdi, aynı arkadaş beni aradı, “Abi seni kucaklamak istiyorum. Filmi izlemeye büyük bir kinle gittim. Ama izledikten sonra yaşananların çok başka olduğunu anladım. Çok özür diliyorum. Bir tebrik de benden götürür müsün Mahsun Kırmızıgül’e,” dedi ve hüngür hüngür ağladı. Sanat işte böyle, insanın duygularını bir anda değiştirip, bir anda doğruyu anlatabilen bir şey.
Hayatın içinden insanlığa tutulmuş bir ayna…
Bu tür geri dönüşleri bire bir gördüğüm için, “İyi ki tiyatrocu olmuşum!” diyorum. İyi ki sanatın içinde olmuşum. “Bir kez daha dünyaya gelsen ne olurdun?” diye sorsalar, yine bu noktada olmak isterdim. Sanatın ve sanatçıların çoğalacağı bir dünyada, Türkiye’de yaşamayı isterdim. Bu coğrafya, açık hava müzesi gibi. Bütün kültürlerin üzerinde oturuyoruz, ama ülkemizde “sürekli” tiyatro seyircisi ne yazık ki sadece %1 oranında. Tiyatroya zaman zaman giden %6’yı, sözcük anlamını bilen %7’yi de eklerseniz, tiyatroya dair bilgi sahibi olan toplam %14’lük bir nüfus var ancak. Nüfusun kalan %86’sı, hayatında tiyatroya, operaya, baleye, ören yerine gitmemiş. Oysa ören yeri dediğimiz yer kendi köyüdür, farkında değildir. Sığırları otlatırken ören yerinde otlatır, ama nasıl bir kültürün üzerinde yaşadığının farkında değildir insanımız.
Tiyatronun, hayatın içinden insanlığa tutulmuş bir ayna olduğunu anlatamıyoruz. Edebiyatın, ekmek, su, oksijen gibi birer ihtiyaç olduğunu anlatamıyoruz. Eğer biz sanatla dolu dolu yaşayan bir toplumu yetiştirebilirsek, gelecek nesiller doğru şehirleşir, trafiğini düzenler, çevreyi sever, sokak hayvanlarına saygı gösterir, kadına saygısızlık etmez, âşık olur, mutlu yaşamasını öğrenir. Her şeyin para olmadığını anlatmak, gezegendeki her canlının yaşam hakkının kutsallığını anlatmak ancak sanatla mümkün olur. Sanata emek veren herkese, yüreğindeki sevgiyi eksiltmeden güzel şeyler yapma azminde olan bütün gençlere sevgilerimi sunuyorum.