Türkiye ve Dünya Üzerinden Alçaktan Uçuş

Çevre, ekonomi, psikoloji, siyaset, nefret, pandemi… İnsan yaşamına doğrudan etki eden belirleyiciler, krizler, kaotik süreçler… Ülkemizin en önemli düşünürlerinden, edebiyatımıza benzersiz bir deneme külliyatı armağan eden psikolog, yazar Gündüz Vassaf, kitaplara emek verenler için geleceğe ışık tutuyor.

Amerika’ya odaklıyız. Dünya üzerine düşünmeye başlar başlamaz, Türkiye’de ve çoğunlukla Avrupa’da akla ilk gelen Amerika Birleşik Devletleri. Bu beni irkiltiyor. Çünkü, Trump’ın kaybetmesiyle “Demokrasi kazandı!” deniyor. Hangi demokrasi? Sistemin devre dışı bıraktığı en güçlü adaylarından Bernie Sanders, Amerika’ya plutokrasi, yani zenginlerin yönetiminde bir ülke diyordu. Demokrasi kazanmadı. Tek kazanç, seçimin nispeten normal koşullarda yapılabilmesi olabilir ancak.

Benim asıl sormak istediğim soru şu: Amerika’yı niçin bu kadar yakından izliyoruz? Amerikan sömürgesi miyiz? Dört yılda bir bakıyoruz ve sonuç pek de değişmiyor. Amerika her zamanki emperyalist dış politikasıyla karşımızda duruyor. Biz de öylece seyrediyoruz… Fransa da öylece bakıyor, Almanya da. Birçok ülke Amerikan seçimlerine, yeni gelen kişiye, Noel Baba gibi bizi hediyelere mi boğacak, ödüllendirecek mi, cezalandıracak mı, diye bakıyor.

Amerika’ya çekidüzen vermek.

Neden bu kadar edilgen bir şekilde seyrediyoruz bu ülkeyi? Bu durum bana zor geliyor, hoşuma gitmiyor. Dünya, Amerika’ya bırakılmayacak kadar önemli, Amerika da Amerikalılar’a bırakılmayacak kadar önemli. ABD’de nüfusun %20’si hâlâ güneşin dünyanın etrafında döndüğünü düşünüyor. Time ve Newsweek gibi dergilerde Amerika dışına ayrılan kapak sayısı oranı 20 yıl önce %30-40 civarındayken, şimdilerde %5’in altına düştü. Amerika dünyaya yayıldıkça Amerikalılar giderek kendilerine kapanıyorlar; cahiller, dünyaya şaşkınlıkla bakıyorlar. Tek gördükleri, dünyadan yükselen Amerikan protestoları. Bunu da anlamıyorlar. Biz onlara demokrasi, özgürlük götürüyoruz diyorlar.

Amerika’ya ihtiyacımız var, Amerika’nın da bize ihtiyacı var. Çoğu ters tepen, sivrisinek vızıltısında olan şikâyet ya da protestolarla sınırlı kalmayıp ABD’yi eğitmemiz, yol göstermemiz gerek. Bunu nasıl yapabiliriz? Amerika’ya, “Sana sesleniyorum!” kampanyası başlatılamaz mı? Ama bu protestolarla değil, sivil toplum kuruluşlarıyla yapılabilir. Sivil toplum; tabipler odasından barolara, yayınevlerinden gazetelere ve uluslararası af örgütlerine kadar çok geniş bir ağ oluşturuyor. Batılılar nasıl bizdeki demokrasileri eleştiriyorlarsa, dünyanın da sorumluluğu artık Amerika’ya çekidüzen vermek. Küresel yurttaşlığın bir gereğidir bu.

Küresel yurttaşlar olmak zorundayız. Bunun için de kendi çöplüğümüzden çıkmalıyız. Dünyanın en büyük uçak şirketi Boeing’in iki uçağı düştüğünde, “Şirketin uçağını maymunlar tasarlamış, şirketi yönetenler de palyaçolar,” gibilerinden bir laf dolaşmıştı. Şu anda Amerika’nın da Fransa’nın da İngiltere’nin de konumu bu. Aslında tüm dünyanın konumu ve durumu bu. Ancak bunun içinden protestolarla çıkamayacağız. Bu noktayı aşmak, birbirimize sahip çıkmakla mümkün olacak. Kendi çöplüğümüzde, kendi kendimize sadece kendi sorunlarımızla uğraşarak olmayacak.

Ulus devletlerin geleceği…

Geleceğe baktığımızda, korona salgınının tüm süreçleri hızlandırdığını görüyoruz. Ulus devletler milliyetçilik uzatmalarını oynuyor. Her ne kadar milliyetçilik zirve yapıyor gibi görünse de, Türkiye örneği bile gerçek durumu anlamak için yeterli. Cumhuriyet ilk kurulduğunda kime sorsanız milliyetçi olduğunu söylerdi. Bugün ülkenin sadece yarısından “milliyetçiyim” cevabını duyabilirsiniz. Aynı şey, Amerika, Polonya ya da İngiltere için de geçerli.

Milliyetçilik bir bileşim. Buna İbn-i Haldun “asabiyet” demişti. Ulusu birleştiren din, bayrak gibi şeyler, göçlerin artışıyla, farklı dinlerden, dillerden gelenlerin aynı üniversitelerde okuması, sevişmesi, çocuk yapmasıyla birlikte iyice yok oldu, tarihe karıştı. Artık Londra’da bir Londralı’ya rastlamak ya da New York’ta bir New Yorklu’ya rastlamak güç; din ve bayrak bagajlarımızı arkada bırakarak küreselleşiyoruz.

“Batılılar nasıl bizdeki demokrasileri eleştiriyorlarsa, dünyanın da sorumluluğu artık Amerika’ya çekidüzen vermek. Küresel yurttaşlığın bir gereğidir bu.”

Ulus devletler uzatmaları oynarken bölünüyorlar da. İngiltere’nin Brexit’le bölünmesi, Amerika’nın yıllardır kırmızı ve mavi diye bölünmesi, Türkiye’nin bölünmesi, Lehistan’ın bölünmesi… Bu devam ediyor, devam da edecek. Üstelik ulus devletler, çokuluslu şirketlerle zaten gücünü yitirmişti. Ulus devlet, küresel iklim kriziyle baş edebilmek için çok küçük, kendi yerel sorunlarıyla mücadele etmek içinse çok büyük. Ulus devlet kimliğini en az yansıtan başkentler ve büyük şehirler, ileride çok daha güçlü siyasi iktidar odakları olacak. Kendi bütçeleri ve kozmopolit yapılarıyla ülkelerinden daha da bağımsızlaşacaklar.

Yeni kuşakların kaçışı…

Türkiye de bu ulus devlet dağılışının bir parçası, hatta “ortadan bölünmüş” bir ülke. Yeni kuşaklar, özellikle de şehirli genç kuşaklar kendilerini daha Dünyalı hissediyor, günlük siyasetle ilgilenmiyorlar. Bunun nedeni apolitik olmaları değil, daha çok küresel birer dünya vatandaşı olmaları. Türkiye’nin en zayıf noktası, bu yeni kuşak gençlerin artık yurtdışında yaşamak istemesi. Bu acı bir şey. Hükümetin dini ideolojiyi merkeze alan yönetimi sürdüğü takdirde, yeni kuşaklar Türkiye’den kaçmaya devam edecek.

Yeni kuşakların kaçmasında büyük bir etken de üniversiteler. YÖK (Yükseköğretim Kurulu), 1980 askeri darbesinden bu yana var. Üniversite hocaları, Türkiye’nin görece özgür ortamlara kavuştuğu zamanlarda bile, YÖK konusuna kıllarını kıpırdatmadılar, kendi “evlerine” sahip çıkamadılar. Kapıkulu oldular. Bugün artık ne üniversite özerkliği ne de akademik özgürlük var. Bu da Türkiye’de kalan kuşakların heder olmasına ve üniversitenin saygınlığını yitirmesine neden oldu.

Yine de Türkiye’nin geleceğine dair “iyi haber” olarak niteleyebileceğim bir nokta var. 11 Eylül deyince, aklımıza Amerika’da İkiz Kuleler’in bombalanması geliyor. Halbuki bundan yıllar önceki bir başka 11 Eylül’de Türkiye’yi etkileyen çok daha büyük bir olay yaşandı. Şili’de ilk defa seçimle iktidara gelen ilk Marksist devlet başkanı olan Salvador Allende hükümeti, 11 Eylül 1973’te General Pinochet’nin askeri darbesiyle devrildi. Başa geçen faşist rejimin en büyük hamlesi, Şikago Üniversitesi’nden ekonomist Milton Friedman’ın direktifleri doğrultusunda özelleştirme furyasına girmesiydi. Politik ve ekonomik şiddetin el ele yürüttüğü bu reçeteyi Şili’de Pinochet ve Şikagolu çocuklar uygularken, bizde de aynı programı ABD’nin uşakları konumunda Kenan Evren ve Turgut Özal uyguladı. Artık iflas etmiş bu siyaset ülkemizde hâlâ sürüyor. Nereye kadar?

Şili’de geçenlerde bu sistem iflas etti, ekonomi zokayı yedi ve sonucunda Şili’de yeni bir anayasa yapıldı. Yeni anayasadan birkaç örnek vermek isterim: Milletvekili ve belediye başkanı sayılarında kadınlar %50 oranında olacak. Üniversiteler bedava olacak. Gelir dağılımı adaletsizliği kalkacak vb… Şilili şair Pablo Neruda’nın çok güzel bir sözü var: “Tüm çiçekleri koparabilirsin, ama baharın gelişini engelleyemezsin.” Şili’ye bahar geliyor, sonunda başka ülkelere de o bahar gelecek.

İnsan türünün yaptığı en kalıcı iş…

Harvard Üniversitesi biyologlarından Edward O. Wilson, geçenlerde emeklilik töreninde yaptığı veda konuşmasında dinleyicilere, “Uzaylılar geldiğinde neyimizi merak edecekler sizce?” diye sordu. Sorusuna yine kendisi, “Dünya’ya gelebildiklerine göre, Einstein’ı ya da diğer matematikçilerimizi, fizikçilerimizi değil; edebiyatımızı, sanatımızı merak edecekler,” cevabını verdi. İnsan türünün yaptığı en kalıcı iş olan sanatı.

“Bir bozacının hayatını yazabilirsiniz, ama onun hayatını, yaşadığı ülkenin özlemlerinden, dertlerinden, sorunlarından soyutlayamazsınız.”

Türkiye’deki yayıncılığa dair bir konunun altını çizerek noktalamak istiyorum. Yayınevi politikası, sadece piyasa araştırması yaparak, “Bugün ne daha çok satıyor?” diye araştırmalar yaparak belirlenemez. Yarının kitabı dünde, bugünde aranmaz. Biraz daha riski göze almalıyız. Penceremizi yeni edebiyata açalım. Kültürü çoksatanlara kurban edeceğimize, yeni dillerle yeni okurlar kazanalım.

Edebiyatımızda birey modası hâkim. Bir bozacının hayatını yazabilirsiniz, ama onun hayatını, yaşadığı ülkenin özlemlerinden, dertlerinden, sorunlarından soyutlayamazsınız. Edebiyatı yeniden toplumsallaştırmanın zamanı geldi.