Üçüncü bir mekân herkese lazım!

Kütüphanelerle işbirliği içinde projeler yürüten yayıncı Banu Ünal, 27 Mart – 2 Nisan tarihleri arasında kutlanan 53. Kütüphane Haftası’nın temasını oluşturan “Üçüncü Mekân” kavramının neye işaret ettiğini, neleri kapsadığını inceliyor.

Eğer yeterince şanslıysanız, şu hayatta en azından iki mekânınız olmalı. Birincisi eviniz, ikincisi işiniz ya da okulunuz. Ama yaşamınızda üçüncü bir mekâna, bu mekânda da yaşamınıza daha fazla yer açmayı ba- şarabiliyorsanız, çok daha şanslısınız demektir.

Bu yıl 27 Mart – 2 Nisan tarihleri arasında kutlanan 53. Kütüphane Haftası’nın da temasını oluşturan “Üçüncü Mekân” kavramını ilk ortaya atan, kent sosyoloğu Ray Oldenburg olmuş. İlk kez 1989’da yayımlanan The Great Good Place (Yüce Güzel Yer) kitabında bu tarz yerlerin toplum hayatı için neden ve nasıl vazgeçilmez olduklarını tartışırken, tüm “üçüncü mekânlar”ın yerel demokrasi ve toplum yaşamının merkezini oluşturduklarını belirtmiş. Celebrating The Third Place (Üçüncü Mekânı Kutlamak, 2000) kitabında ise “üçüncü mekânlar”ı insanların toplanıp etkileşime geçebildikleri tarafsız kamusal alanlar olarak tanımlamış.

Resmiyetsiz ortamlar

Evlerimiz (birinci mekân) ve işyerlerimizin (ikinci mekân) aksine, üçüncü mekânlar kaygılarımızı bir kenara bırakıp, yalnızca bize eşlik edenlerin ve bizi sarmalayan sohbetin keyfini çıkarmamıza olanak sağlayan mekânlar. Oldenburg’un verdiği üçüncü mekân örnekleri arasında bira bahçeleri, pub’lar, kafeler, postaneler, berber dükkânları var. Bunlar, sağlıklı işleyen bir demokrasinin temelini teşkil eden sosyal eşitliği konuklarına sağlayan yerler olarak belirlenmiş.

İşte Oldenburg’un çok beğendiğim bir saptaması: “Enformel sosyal hayat olmazsa, yaşamınızı sürdürmek giderek maliyetli bir hal alır. Eğlenme, dinlenme ve boş zamanlarınızı değerlendirme yolları ve olanakları toplumsal paylaşıma açık olmadığında, özel mülkiyet ve tüketim nesnesi haline gelirler.”

Tüm üçüncü mekânlarda bulunması gereken ortak özellikler şunlar: Sıcak, davetkâr, resmiyetsiz bir ortam; kolay ulaşılabilir bir konum; tercihen bedava ya da ucuz hizmet; yeme-içme olanakları; devam zorunluluğu olmaması, ama “müdavimler”inin olması (yabancı da olsa tanıdık simalara rastlamak); açık iletişim, konuşma, fikir paylaşımı olanakları.

Günümüz teknolojileri bizi ev ve işyerlerimizde “birlikte ama izole” yaşamlara –daha romantik deyişle, kalabalıklar içinde yalnızlığa mahkûm etmişken, aradığımız açık, yüz yüze iletişim ve paylaşım olanaklarını ancak üçüncü mekânlarda bulabileceğiz gibi görünüyor.

Gerçek eşitlik

Yalnızca üçüncü mekânlarımızda bulabileceğimiz çok önemli bir şey daha var: Eşitlik. Tüm hiyerarşilerden arınmış, insanların gerçek anlamda “eşit” oldukları yerler üçüncü mekânlar. Elinde kahvesiyle bir kahvehanede ya da elinde kitabıyla kütüphanede oturan kuaför Osman da, genel müdür Reyhan da başka hiçbir yerde olmadıkları kadar eşit ve birbirleriyle iletişime açıklar çünkü.

Kütüphane sözcüğü, Arapça kutub (kitaplar) ve Farsça hane (ev) sözcüklerinin bileşiminden oluşmuş. Yani “kitapların evi”. Peki, kitapların birincil mekânı, bizlerin üçüncü mekânı olabilir mi? Kütüphanecilik alanında nedeni, nasılı uzun zamandır araştırılan ve halen de tartışılmaya devam eden, işte bu sorunun cevabı.

Günümüz toplumunu domine eden iki ana trend dijitalleşme ve çok kültürlülük, son birkaç 10 yılda kütüphanelerde fiziki alanların yapılandırılmasından derlemelere, kütüphaneci profilinden kullanıcı beklentilerine uzanan büyük bir değişimi tetiklemiş. Geçirdikleri bu değişimle kütüphaneler, her ne kadar ideal birer üçüncü mekân olmaya adaylarsa da, aslında farklı kullanıcı profilleri ve kullanım amaçlarına yönelik olarak kimi zaman birinci mekânımızın, kimi zamansa ikinci mekânımızın uzantısı haline geliveren, daha kompleks yapılar.

Büyük dönüşüm

Üniversitedeki kız yurdunda, sekiz kişilik odamda kaldığım dönemlerde, doğallıkla (!) odada sessizliği sağlamak ve ders çalışabilmek pek mümkün olmazdı. Sınavlara çalışmam gerektiğinde sığınabileceğim biricik mekân, üniversitemin kütüphanesiydi. Bu anlamda, kütüphaneye kaçtığımda, o sıralar çok uzağımda olan birinci mekânımdaki odamda buluveriyordum kendimi. Çocuk ve gençlik yayıncılığıyla uğraştığım şu son dönemde ise kütüphaneler işyerimin en keyifli uzantısı haline geldiler.

Okul kütüphanelerinden halk kütüphanelerine, üniversite kütüphanelerinden belediye kütüphanelerine, tümünün içinden geçmekte olduğu süreçte başarmaları gereken ödev, bütçe kısıtlamalarına karşın bu büyük dönüşümü sağlayabilmek. Kütüphaneleri sessizce ve tek başına kitap okunan mekânlardan, dileyenin birinci, dileyenin ikinci, dileyenin ise üçüncü mekânı olabilecek nitelikte buluşma alanları; kütüphanecileri ise bunu başarabilecek donanımda birer “kültür animatörü” haline getirmek.

Sonuç olarak, okuduğum onca araştırma ve makaleden benim anladığım, nasıl ki günümüzde kütüphanecilik hizmetleri kütüphane binasıyla sınırlı kalamazsa, kütüphaneler de tek bir mekâna mahkûm edilemez. Artık kütüphanecilerin düşünmesi gereken, kullanıcıları nasıl kütüphaneden içeri sokacakları değil, kütüphaneleri hangi yollarla kullanıcıların yaşamına sokacaklarıdır. Hem de benim canım ülkemde bir Eşekli Kütüphaneci bunu çok önceleri yapmışken! Biri bisikletli olmak üzere, tanıdığım tanımadığım nice kütüphaneci hâlâ yapmaktayken. Hepsine selam olsun!