Yayıncılığımız tarihi sorumluluğunu üstlenmeye hazır mı?
“İklim krizi ve yayıncılığımız” temasında düzenlenen yıllık yayıncılık konferansının küratörü, iklim değişikliği uzmanı Naz Beykan’ın çerçeve sunumu.
İklim değişikliği, insanlık tarihi boyunca eşi benzeri görülmemiş ölçekte bir kriz. 19. yüzyılda Sanayi Devrimi’yle birlikte artan fosil yakıt tüketimimiz sonucunda atmosferdeki sera gazlarının oranı bugün (son ölçümlere göre) 420 ppm’e ulaştı. Yani son 800 bin yılın rekor seviyesine! Bu da küresel ortalama sıcaklıkların 1 dereceden fazla ısınmasına yol açtı.
Bu değişimle birlikte son 10-12 bin yıldır süregelen, sıcaklığın yalnızca artı eksi 1 derece değiştiği, yani iklimin oldukça stabil olduğu ve dolayısıyla insan uygarlıklarının gelişmesine olanak sunan ve “Holosen” diye adlandırılan jeolojik çağdan çıktık. Artık, insan etkisinin egemen olduğu ve iklim sisteminin stabilitesini kaybettiği “Antroposen” çağında yaşıyoruz.
Bunun yanı sıra, doğayı bir meta olarak görüp ona hükmetmeye odaklanan beşeri faaliyetlerimiz sonucunda, gezegenin taşıma kapasitesini oluşturan kritik eşiklerin çoğunu aştık. Kendimizi ve ekosistemleri iklim krizinin etkileri karşısında daha da kırılgan hale getirdik.
İklim krizi, soluduğumuz havadan içtiğimiz suya, yediğimiz gıdalara kadar her şeyi etkiliyor. Hatta can güvenliğimizi, yani varoluşumuzu tehdit ediyor. Sadece kendimizi değil, gezegeni paylaştığımız canlıları da beraberimizde yok oluşa sürüklüyoruz.
Yayıncılık sektörü kolektif olarak neler yapmalı?
İklim krizinin yıkıcı sonuçlarının önüne geçmek için yapmamız gerekenler belli. Sera gazı emisyonlarına bağlı küresel ısınmayı 1,5 derecenin altında tutmak zorundayız. Bu hedefe ulaşmanın yolu, sera gazı emisyonlarının 2030’da azalım eğilimine girmesini sağlamak ve 2050’ye kadar karbon nötr, yani atmosfere salınan sera gazı miktarıyla atmosferden yakalanan ve tutulan sera gazı miktarının eşitlendiği bir ekonomiye geçmiş olmak. Hiç zaman kaybetmeden tüm sistemlerimizi karbonsuzlaştırmamız gerekiyor.
Bir yandan da iklim değişikliğine uyum kapasitemizi ve dayanıklılığımızı güçlendirmeliyiz. Çünkü sera gazı emisyonlarını bugün sıfırlasak bile, küresel iklimin Sanayi Devrimi öncesi sıcaklıklara dönmesi yüzlerce yıl alacak. Çünkü beşeri sistemlerimiz bu kadar değişken bir iklim sistemine göre tasarlanmadı. Özetle, sera gazı azaltım ve iklim değişikliğine uyum eylemlerini sistemik ve eş zamanlı uygulamamız gerekli.
Yayıncılık sektörü de bu dönüşümün parçası olmak zorunda. Bu nedenle hem kurumlarımızda hem de sektör genelinde kolektif olarak neler yapmalıyız?
- İşe, sera gazı emisyon envanterimizi çıkarmakla başlayacağız. Bir kitabın karbon ayak izinin büyük bir kısmı tedarik zinciri kaynaklı. Dolayısıyla tedarik zincirimizle yakın temasta çalışmamız, dönüşümü talep etmemiz, kuracağımız işbirlikleri çok önemli olacak.
- Elimizdeki veriler ışığında bilime dayalı ve uluslararası çerçevelerle uyumlu sera gazı azaltım hedefleri koyacağız.
- Bu hedefler çerçevesinde eylem planları geliştireceğiz, uygulamaya geçireceğiz.
- Aynı zamanda, iklim krizi karşısında operasyonlarımızın, insan kaynaklarımızın, tedarik zincirimizin kırılganlıklarını araştıracağız.
- Bütün bunlar için dayanıklılığımızı güçlendirecek tedbirler alacağız.
- Yaptıklarımızı görünür kılarak, farkındalığın artmasına, çözümlerin herkes tarafından benimsenmesine örnek olacağız.
- Mevzuat ve finans açılarından engellerin kalkması ya da bu alanlarda eyleme teşviklerin artması için işbirlikleri yapacağız.
Tabii, bunların yanında yayıncılığın oynayabileceği çok hayati bir rol var: Gerek duyduğumuz sistemik dönüşümü yeşertecek yeni kültürel anlatıyı yaratmak ve kitleleri harekete geçirmek!
İklim krizinin çözümü bireysel eylemlere yıkılabilir mi?
İklim krizinin gerektirdiği büyük ölçekli değişim karşısında, pek çok insan doğal olarak kendisini güçsüz hissediyor. Bu noktada, kapıldığımız bir yanılgıyı vurgulamak isterim. Neden bu yolda tek başımıza olduğumuzu varsayıyoruz? Çünkü, günümüzün hâkim kültürel anlatısı, bizi kolektiften uzaklaştırıp bireyi merkeze koyuyor. Bu çerçevede, iklim krizinin çözümü bireye, bireysel eylemlere yıkılıyor. Kimileri, bunu hayat tarzlarından ödün vermeleri gerektiğine dair, kimliklerine ve kültürlerine saldırı olarak algılıyor. Bu yanıltıcı önermeyle eyleme katılmaları engelleniyor.
Öte yandan, bireylerden eylemlerinde mükemmeliyetçilik bekleniyor. Ama bu hayat tarzını destekleyecek sistemik altyapı bireylere sunulmuyor. Dolayısıyla bireyler ya baştan eyleme geçmekten kaçınıyor ve hissizleşiyorlar ya da eyleme geçiyorlarsa da içlerinde yetersiz olduklarına dair suçluluk ve utanç duyguları tetikleniyor, çaresiz hissetmeye itiliyorlar.
Hedefe ulaşmanın yolu, sera gazı emisyonlarının 2030’da azalım eğilimine girmesini sağlamak ve 2050’ye kadar karbon nötr, yani atmosfere salınan sera gazı miktarıyla atmosferden yakalanan ve tutulan sera gazı miktarının eşitlendiği bir ekonomiye geçmiş olmak. Hiç zaman kaybetmeden tüm sistemlerimizi karbonsuzlaştırmamız gerekiyor.
Aynı zamanda bireyler arasında, karşılaştırmaya dayalı bir rekabet körükleniyor. Kim, ne kadar çevreci? Kim neyden, ne kadar fazla ödün verebiliyor? Bu yaklaşımla, eylemlerinde mükemmel olamayanlar suçlanıyor ve ötekileştiriliyor. Böylece iklim aktivisti gruplar ve toplumlarımız kendi içlerinde daha da kutuplaşmış ve eylemden uzaklaşmış oluyor. Tüm bu söylemler, eylemsizliği pekiştirerek fosil yakıtlara dayalı statükoyu korumaktan başka bir işe yaramıyor.
Oysa, Pakistan’ın üçte birinin sular altında kalmasından etkilenen 33 milyon insana, Londra’da sıcak dalgası nedeniyle evleri yananlara, Karayipler ve Pasifik’teki fırtınalarda ve Afrika’daki sellerde sevdiklerini kaybedenlere, Akdeniz’de kuraklıktan kırılan çiftçilere soracak olsak ne diyecekler? Yazar Rebecca Solnit’in de ifade ettiği gibi, “Eylemsizlik, tehlikeyle burun buruna gelenlerin sahip olmadığı, hele umutsuzluksa göze alamayacakları bir lüks.”
En önemli iklim eylemimiz, umudu beslemek!
Eylemsizliğin bedelinin, eylemin maliyetinden katbekat fazla olduğunu açıkça biliyoruz. Yakın çevremizdeki güncel gelişmelere baktığımızda, dünyanın fosil yakıt obsesyonunun ülkeler arasında krizlere yol açtığını, diplomatik koz olarak kullanıldığını, toplumlardaki mevcut eşitsizlik ve adaletsizlikleri derinleştirdiğini görüyoruz.
Sıklaşan ve şiddetlenen afetler karşısında insanın kendisini çaresiz hissetmesi, yok oluşa sürüklenen canlılar için yas tutması, belirsiz geleceğimizi düşünerek endişeye kapılması çok normal. Bu duyguları hissetmemiz, gezegene değer verdiğimizin kanıtı. Hem de yalnız olmadığımızın! Ama umutsuzluğa ve karamsarlığa kapılırsak, paralize olur, eylemsizliğe itiliriz. Tekrar ediyorum: Böyle bir lükse sahip değiliz.
O zaman, en önemli iklim eylemimiz umudu beslemek! Pollyannavari bir naiflikten bahsetmiyorum. Gerçeklerin ve sorunların farkında olup çözümlere odaklanan bilinçli bir seçim olmalı bu. İster “inatçı iyimserlik” diyelim, ister “rasyonel umut”!
Umudun yeşermesi için, yeni gelecek tasarılarını kurgulayacak ve iyi örnekleri gözler önüne serecek olan, bizi eylemsizliğe iten, kolektiften koparan hâkim kültürel anlatıyı değiştirecek olan yayıncılık, sanat gibi yaratıcı sektörlerden başka ne olabilir? Bu tarihi sorumluluğu üstlenmeye hazır mısınız?
İşte bu nedenle bugün, yayıncılıkta ve yayıncılığın tedarik zinciri boyunca, sera gazı azaltım ve iklim değişikliğine uyuma yönelik operasyonel olarak yapılabilecekleri konuşuyoruz. Hâkim kültürel anlatının değişmesinde, umudu besleyen yeni gelecek hayallerinin yaratılmasında, yayıncılığın oynayabileceği rolü ve kullanabileceği iletişim yaklaşımlarını ele alacağız. Bunları kolektif olarak yapmanın yollarını arayacağız.