Yayıncılığın Genç Sesleri
Yayıncılığımızın üç genç ismi; editör, yayıncı Mehmet Erkurt, çevirmen Merve Sevtap Ilgın ve illüstratör Volkan Akmeşe, yayınevinin kitap yapma süreçlerinde bağımsız yaratıcı emek sahipleriyle işbirliği olanaklarına ve bu olanakların karşılıklı nasıl geliştirilebileceğine ilişkin söyleşiyorlar.
Mehmet Erkurt: Yayınevinde kurduğumuz kitap hayalini gerçekleştirmek mümkün mü? Gerçekten de her kitap, birlikte kurulabilen bir hayalin ürünü. Bazen yazarda, bazen de yayıncıda başlayan bu hayal, tek başına değil, ancak birlikte kurulduğunda ve çabalandığında gerçekleşebiliyor. Bir yazar, ilk yazdığı metni ya da bir ajans yabancı dilde yayımlanmış eseri bir yayınevine önerdiğinde, yayınevi o dosyayla ya da kitapla ilgili kararını tam da onun kitaplaşmasına dair kurduğu hayale dayanarak veriyor. Her “evet” kararı, kurulmuş bir hayale denk düşüyor.
Editör önce kendi beğenisinden ve okurluğundan yola çıkıyor. Sonra da okurlarda uyandıracağı etkiye, kitabın yapacağı sayısız baskının öngörüsüne, kitabın raftaki duruşuna, kapağına, sırtına, kâğıdına kadar kurduğu maddi, manevi hayallerle yayın kurulunu ikna ediyor ve projeye adım atıyor. Sıra bu projeyi somut kılacak aktörleri buluşturmasına geliyor. Şimdi bu buluşmanın iki önemli öznesiyle söyleşeceğiz.
Hayaller, kararlar ve seçimler…
Yayınevi birtakım hayaller kurup kararlar verse de, yaratıcı ekipler kurarken aslında süreçteki tek seçici ve değerlendirici değildir. Çünkü seçilecek ya da reddedilecek olan tarafta yayınevinin kendi de vardır. Çevirmenler, illüstratörler, proje bazlı çalışan grafikerler, serbest editörler de tıpkı yayınevleri gibi bazı seçimler yaparlar. Bir projede o kurumla birlikte var olmayı kabul ederler ya da etmezler. Peki onlar neleri, hangi bağlamlarda, hangi açılardan değerlendiriyorlar?
Çevirmen Merve ve illüstratör Volkan’la, bir yayınevinin önerdiği projenin nasıl değerlendirildiğini, sürecin sağlıklı ilerlemesi için yaratıcı tarafın ihtiyaçlarını, ilişkinin sürdürülebilir ve verimli olması için gerekli bulduklarını konuşacağız.
Merve, seninle başlayalım. Yayınevinin elinde yayımlamaktan heyecan duyacağı bir kitap var. Editör ilk anda, okuduğu çevirilerden dikkatini çekmiş çevirmenlerden oluşan kısa bir liste yapıyor. Yayınevine gelmiş çeviri başvurularını, elindeki deneme çevirilerini, ajansların ve konsoloslukların kültür ataşelerinin önerdiği çevirmenleri de bu listeye ekliyor. Sonra da diğer editör meslektaşlarından, farklı yayınevlerindeki editörlerden, aklındaki çevirmenin dilsel yetkinliğine, çalışma disiplinine, editörle nasıl bir işbirliği yürütebildiğine, maddi beklentilerine ilişkin bilgi topluyor ve nihayet istediği çevirmene ulaşıyor. Şimdi sıra çevirmende. Çevirmen, bir proje teklifini hangi açılardan değerlendiriyor?
Çeviride tecrübe kazandıkça farkındalığın artması…
Merve Sevtap Ilgın: Değerlendirme kıstaslarının çoğunun çevirmenler için de benzer olduğunu, ancak önceliklerin farklılaşabileceğini düşünüyorum. Öncelikler, benim için de projeye ve koşullara bağlı olarak değişebiliyor. Genellikle ilk kıstasım metin oluyor. Önümde nasıl bir hikâye var, metnin dili nasıl, ben bu dili Türkçe’de yakalayabilecek miyim, çeviriden keyif alacak mıyım gibi sorular ilk aklıma gelenler oluyor.
Teklifi getiren yayınevi de önemli. Daha önce birlikte çalışmış mıydık, süreç nasıl işlemişti; daha önce çalışmadığım bir yayıneviyse haklarında ne gibi duyumlara sahibim, meslektaşlarımla ilişkileri nasıldı, ben onlarla nasıl bir ilişki öngörüyorum?.. Bunlar cevaplamaya çalıştığım ilk sorular. Yayınevinin ve kitabın yazarının politik duruşu da artık benim için önemli kıstaslardan biri. “Artık” diyorum, çünkü bu farkındalığımın biraz yaş aldıkça, tecrübe kazandıkça oluştuğunu ve şekillendiğini söyleyebilirim. Daha önce hassasiyet göstermediğim, belki farkında olmadığım, öncelik vermediğim şeylerdi bunlar, ama artık önemli bir kriter.
Maddi koşullar, sözleşme koşulları da çok önemli. Başlangıçta tek seferlik ödeme kabul ettiğim projeler de oldu. Artık genellikle yayınevleriyle telifle çalışmayı tercih ediyorum. Yayınevi böyle çalışmıyorsa bile ben bunu teklif ediyorum. Politik duruş gibi bu farkındalığım da yine zamanla gelişti. Meslekteki ilk yıllarımda benim için bir yayınevinden çeviri almış olmak bile yeterliydi. Ama süreçte tecrübe kazandıkça, en önemlisi ÇEVBİR’e (Çevirmenler Meslek Birliği) üye olduktan sonra maddi ve manevi haklarıma ilişkin farkındalığım daha da arttı. Bunları talep etme hakkına sahip olduğumun farkına vardım.
Ben kendimi geçindirebilecek tam zamanlı bir işin yanı sıra çevirmenlik yaptığım için, metin seçimi, yayınevi seçimi, telif talep etme gibi “lüks”lere sahibim. Sigortasız, güvencesiz, avanssız çalışan bir çevirmenin bunları talep edemediği ya da bu kıstasları önceleyemediği için kendini eksik ya da hatalı hissetmesini asla istemem. Ben de sadece çevirmenlik yaparak yaşamanın hayalini kuran, ama maddi koşullar nedeniyle bir türlü buna cesaret edemeyen biriyim. Bu yüzden, sıraladığım kıstasların benim içinde bulunduğum bağlam için geçerli olduğunu vurgulamak isterim.
Mehmet Erkurt: Teşekkürler Merve. Volkan, aynı durumu seninle hayal edelim. Resimlenecek bir eserimiz var, ama resimlenecek bir eser demek, hesaba katılacak yeni dinamikler demek. Yazarın ya da uluslararası ajansın beklentileri, yayınevinin görselliğe ilişkin genel çatı kararları, varsa sanat yönetmeninin belirlediği çerçeve, görsel bir anlayış ve elbette editörün söz konusu kitaba ya da diziye ilişkin kurduğu kişisel ve profesyonel hayaller…
Bütün bu beklentiler, hayaller ve sınırlar arasında, editör yine bir araştırmaya girişiyor. Daha önce çalıştığı çizerleri düşünüyor, yayınevine gelmiş illüstratör başvurularından oluşturduğu göze çarpanlar listesine bakıyor, Instagram’ı tarıyor, yeni kitap bültenlerinden ve kitapçı raflarından not ettiği isimleri hatırlıyor. Tıpkı çevirmen arayışında olduğu gibi meslektaşlarının, başka editörlerin deneyimlerine kulak veriyor. Önereceği zamanlama ve ödenebilecek ücret açısından seçeneklerini, sınırlarını ve esneme paylarını da hesaba kattıktan sonra illüstratöre ulaşıyor. Peki, illüstratör kendi açısından neleri değerlendiriyor?
Editör, iletişim ve verim demek…
Volkan Akmeşe: Bu süreci, karşımıza çıkan her yeni kitap projesinde tekrar tekrar deneyimliyoruz. Merve’nin de söylediği gibi, zaman geçtikçe, tecrübe kazandıkça birtakım yeni kriterler devreye giriyor. Öncelikle eserin konusu, niteliği ve söylemi oldukça önemli. Çalışmaktan, çizmekten mutlu olacağım, kendimi iyi ifade edebileceğimi düşündüğüm bir eser her zaman öncelikli tercihim oluyor. Karakterlerini sevmediğim, içeriğinden hoşlanmadığım hikâyeleri, kitapları çizmemeyi tercih ediyorum. Ama bazı durumlarda bu kriterleri bir kenara bırakıp işe koyulduğumuz da oluyor.
Yazarın kim olduğu, politik söylemi de günümüzde artık daha hayati bir önem kazandı. Yazarla aramızda bir tanışıklık ya da iletişim var mı, o yazarın kitaplarını okuyup sevmiş miyim, ona karşı bir hayranlığım var mı gibi noktalar bazı durumlara daha toleranslı yaklaşmamı sağlayabiliyor.
Yayınevi de bu noktada çok belirleyici. Geçmişte o yayıneviyle yaşadığım bir tecrübe var mı, eğer çalışmışsak ve olumlu bir deneyim edindiysek, bu süreci tabii ki hızlı geçiyoruz. Ama ilk kez karşıma çıkan bir yayıneviyse, ne tür kitaplar bastığını, daha önce hangi yazar ve illüstratörlerle çalıştığını mutlaka gözden geçiriyorum. Yayınevinin çalıştığı yazar ve illüstratörler arasında tanıdıklarım varsa, onlarla iletişime geçip yaşadıkları deneyime kulak veriyorum. Olumsuz deneyimler duyarsam, duruma göre birtakım tedbirler alıyor ya da işi geri çevirebiliyorum.
Elbette editörün de kim olduğu çok önemli. Editör, yayıneviyle aramızda köprü işlevi görüyor. Eğer editör süreci iyi bir iletişimle yürütüyorsa, yazarın ve yayınevinin taleplerini bana doğru şekilde aktarabiliyorsa, çıkan sorunları yumuşatmada ya da çözmede başarılıysa -tabii bu bilgiler de geçmiş deneyimlerimize dayanıyor- kitabı kabul etme sürecim kolaylanıyor. İletişim, sürecin de kitabın da verimini artırıyor. Eğer doğru kurulursa, bize gelen revizyonlar daha anlaşılır, makul ve açıklayıcı oluyor. Daha kaliteli işler ortaya çıkıyor.
Editörden birtakım notların, yönlendirmelerin gelmesi bir gereklilik. Çalışmaya başladığım ilk yıllardaki illüstrasyonlarımı sanat eseri niteliğinde görüyordum. Çok uğraşıyor, zorlanıyor ve onlara dokunulmazlık atfediyordum. Zamanla bunun böyle olmadığını anlayıp kabullendim. Editörden, yayınevinden, yazardan gelen yönlendirmeleri daha çok kabul eder, uygular hale geldim. Bunun işimi çok daha kolaylaştırdığını, beni daha mutlu ettiğini anladım. Çoğu meslektaşımda genellikle bunun tam tersini görürüm. Tecrübe kazandıkça işlerini daha değerli ve dokunulmaz kabul ederler, ama benim için tam tersi oldu.
İletişim, sürecin de kitabın da verimini artırıyor. Eğer doğru kurulursa, bize gelen revizyonlar daha anlaşılır, makul ve açıklayıcı oluyor. Daha kaliteli işler ortaya çıkıyor.
Diğer önemli nokta da çalışma takvimi. Aynı anda birden fazla iş yapmak zorunda kalabiliyoruz. O sırada, masamdaki işlerin durumu da gelen yeni işi değerlendirmemde etkili oluyor. Ödeme koşulları da önemli bir ayraç tabii. Son yıllarda illüstratörlerin, telifli çalışma konusunda ciddi bir mücadelesi var. Ben de bunu destekliyor ve tercih ediyorum. Ancak bazen tek ödemeyle çalışmak daha mantıklı gelebiliyor. Telifli çalışmada, belki de tekrar baskı yapmayacak bir kitabın tek seferde ödenmesi gereken ücretini, hem uzun vadede hem de birkaç taksitle alabiliyoruz.
Mehmet Erkurt: Değerlendirme kıstaslarımız değişiyor. Özellikle vurguladığın “gelişmek” noktası çok önemli. İhtiyaçlara uyum sağlamak, işbirliğiyle gelişmeyi de beraberinde getiriyor.
Anlaşma sağlandı, süreç nasıl başlıyor?
Diyelim ki, tüm noktalarda anlaşmaya varıldı. Şimdi yeni bilinmezler bekliyor herkesi. İşin gerçekten ne anlama geldiği, beklentilerin neleri içerdiği, ortaya konulacak çalışmanın tam olarak neyi sunacağı gibi noktalar iş başladığında belli oluyor. Karşılıklı imzalanan sözleşmeler var elbette, ama onların arkasında beklenmedik gelişmelerle dolu koca bir hayat sürüyor. Hepimizin yaptığı işlerde ve beklentilerimizde bir tolerans aralığı olmak zorunda. Sorum, bu aşamayla ilgili.
Merve, çeviri süreci senin için nasıl başlıyor ve devam ediyor? Nasıl bir disiplin kuruyorsun kendine? İşi çevreleyen gerçekliğe dair zorlukları nasıl aşıyorsun?
Merve Sevtap Ilgın: Çevireceğim metnin önce tamamını okumayı tercih ediyorum. Sıkışık zamanlamayla çalışsam bile metnin en azından yarısını okumadan çeviriye başlamıyorum. Benimkisi, okur gözüyle okumaktan daha farklı. Yazarın dilini analiz ederek notlar aldığım bir okuma süreci. Çeviriye geçmeden önce kendimi metnin ve yazarın diliyle sınamak için, yayınevi talep etmese bile birkaç sayfa deneme çevirisi yaparım. Öncelikle kendim dili tutturabilecek miyim diye görmek isterim ve kitabı ona göre kabul ederim. Kitabı kabul sürecimdeki adımlardan biridir bu aslında.
Sözleşme sonrası çeviri sürecine geçtiğimde notlar almaya devam ederim. Çeviriye eşlik eden bu notlar bana çok yardımcı olur. Tek başıma karar vermek istemediğim bir durum, emin olmadığım bir sözcük ya da kavram seçimi varsa bunları da ayrıntılı biçimde not alır ve teslim sırasında editöre iletirim. Düzeltilerle ilgili geri dönüşler için de iletişim içinde olunuyor. Bazen sağlık problemi gibi çeşitli nedenlerle de takvimi yeniden gözden geçirmek gerekebiliyor.
Çeviriye geçmeden önce kendimi metnin ve yazarın diliyle sınamak için, yayınevi talep etmese bile birkaç sayfa deneme çevirisi yaparım. Öncelikle kendim dili tutturabilecek miyim diye görmek isterim ve kitabı ona göre kabul ederim.
Mehmet Erkurt: Karşılıklı bir tolerans olmalı tabii her zaman. Sözünü ettiğin “uzama payı”nı yayınevi de öngörmek zorunda. Hiçbir şeyi ucu ucuna, günü gününe düşünmemeli, işleri baştan sarkma olasılığına göre de takvimlemeli.
Çizim sürecinde de benzer aşamalar var. İlk adımlar, ön değerlendirmeler, işe yön veren paylaşımlar ve illüstrasyon… İllüstrasyonda birlikte verilecek kararlar, çeviridekinden çok daha fazla. İllüstratörün yalnız kalma fırsatı daha az gibi. Ne dersin Volkan?
Volkan Akmeşe: Çizime başlamadan önce kitabı okumayı tercih ederim. Okuyamadığım durumlar da oluyor ve bu beni hem mutsuz hem de rahatsız ediyor. Önümdeki kitaba haksızlık yapmış gibi hissediyorum. Çünkü duygusu ve tekniği açısından her satırını bilmek, anlamak gerekiyor. 200-300 sayfalık kitapların çok kısa sürede çizilmesi istenen durumlarda, okuyamadan ya da hızlı okuyarak işe başladığım durumlar elbette oluyor. Örneğin kitapta bir “Nihat Amca” var ve sona doğru, “gözlüğünü düzeltiyor.” Oysa ben Nihat Amca’yı hep gözlüksüz çizmişim, çünkü oraya kadar metinde gözlük ifadesi hiç geçmemiş. Gözlük gibi bir ayrıntı sonradan eklenebilir, ama bazen daha fazla iş çıkaracak örnekler de olabiliyor. Bu nedenle başlamadan mutlaka okumayı tercih ediyorum.
Eskiz aşaması ve deneme çalışması…
Geçenlerde, 17 kitaplık bir serinin tüm kapaklarını bir ay içinde bitirmem gerekti. Kimisi ince, kimisi kalın 17 kitap! Ne kadar sürede okuyup resimleyebilirim ki? Ben bunun imkânsız olduğunu belirtince sağ olsun yayıncı, her kitap için anahtar sözcükler ve brief hazırladı. Böylelikle kapakları yetiştirdim. Özetle, her işte prensiplerinizi uygulama şansınız olamayabiliyor.
Çalışmaya başlamadan önce karakterlerin ve mekânların fiziki yapılarını belirlemek için eskizler yapıyor ve yayıncıyla paylaşıyorum. Ya uzlaşıyoruz ya da ufak tefek revizyonlar gerekiyor. Bu eskiz süreci işimizin en önemli aşaması. Çünkü bu aşamanın ardından çizimleri temize çekmeye başlıyorum. Renklendirme konusunda da yayınevinden bazen talepler gelebiliyor, ama çoğunlukla bana bırakıyorlar. Çizim öncesinde kitabın atmosferine, duygusuna uygun bir renk paleti oluşturuyorum ve yayıneviyle paylaşıyorum. Eskiz aşaması işin temeli olduğundan, istenen tüm revizyonları hallediyorum. Ama renklendirdikten sonra gelen revizyonlar çok zaman alabiliyor. Revizyonlar, özellikle ilk kez çalışmaya başladığımız bir editörü ya da yazarı tanımak için de önemli.
Zaman yönetiminin iyi yapılması gereken bir diğer aşama da, deneme çalışmaları. Biz çizerlerin çok kafa yorduğu bir adım bu. Yayınevi bazen çizerden deneme çizimi talep ederek, hikâyeyi nasıl yorumlayacağını önceden görmek istiyor. Ancak istenen bu başlangıç çizimleri, devamındaki çizimlerden daha fazla zaman ve emek harcamamızı gerektirebiliyor. Ücret talep ettiğimizde de henüz başlamamış bir iş için ödeme yapmayı kabul etmiyor. Biz de işi alıp almama noktasında bir seçim yapıyoruz. İşi ne kadar istediğimiz, prestiji ve kazancı gibi şeyler bu seçimi belirliyor.
İşbirliği sürecinin üstbaşlığı “iletişim”!
Mehmet Erkurt: Artık işin teslim edilme aşamasına geldik. Kitaplaşma sürecinde yayınevinin grafikeri ve dizgicisiyle mesai başlıyor. Volkan, önce sana sorayım. Kararlar alındı, süprizli aşamalar geride bırakıldı ve çizimleri yayınevine teslim ettin. Sonraki sürece dair yayınevinin görüş ve beklentilerini düşündüğünde, gerçekten her şey geride kalmış oldu mu?
Volkan Akmeşe: Artık o işi bitmiş olarak görmek, tabii ki çok güzel. Ancak bu aşamada korkunç sürprizlerle karşılaştığımız da oluyor. Eğer teslim ettiğim çizimler üzerinde bir değişiklik ya da müdahale söz konusuysa, gerekçesini anlayıp kabul etmeyi ve kendim yapmayı gerekli buluyorum. Resimlerimi asla dokunulmaz, değiştirilemez olarak görmüyorum. Çalışmaya başlarken yayıncılara her resmi baştan çizmeye hazır olduğumu söylüyorum, ama benim resmimi başka birinin değiştirmesini asla istemiyorum. Bu bana çok mantık dışı geliyor. Neyin nerede olması gerektiğine çok kafa yoruyorum; zihnimde hepsinin bir nedeni, bir açıklaması var. İşlerimin benden bağımsız bir müdahaleye uğramasından mutsuz oluyorum. Yayınevleri bunu bazen bize haber vermeden yapmak istiyor, ama haber verildiğinde de mutlaka ortak bir çözüm yolu bulunuyor.
Baştan dediğim gibi, sürecin üstbaşlığı “iletişim”. Üslup çok önemli; ilk andan son aşamaya kadar çok belirleyici. Bugüne kadar çözüm bulamadığımız bir iş olmadı. Baskı öncesi kitabı görmek bu sorunları biraz çözebiliyor. Zaten bunu artık dijital paylaşımla da yapabiliyoruz. Çalışmaya başladığım ilk yıllar, çizdiğim bir kitabın baskısını görmek için matbaaya giderdim. Gecenin geç saatlerinde, makineden çıkan ilk baskıyı karşıma alıp bilgisayarımdakiyle karşılaştırırdım. Bu hem gereklilik hem de çok sevdiğim bir işti.
Resimlerimi asla dokunulmaz, değiştirilemez olarak görmüyorum. Çalışmaya başlarken yayıncılara her resmi baştan çizmeye hazır olduğumu söylüyorum, ama benim resmimi başka birinin değiştirmesini asla istemiyorum.
Mehmet Erkurt: Teşekkürler Volkan. Merve, çevirmen cephesinde illüstrasyondan biraz daha fazla editöryal yükün olduğu bir aşama var aslında. Çünkü çeviri tesliminden sonra metin çalışması başlıyor. Çeviri cephesinde, nelere kafa yoruluyor, neler paylaşılıyor? Deneyimlerini, uygun bulmadığın ya da doğrusunu hayal ettiğin durumları senden dinlemek isteriz.
Merve Sevtap Ilgın: Bu konuda söyleyeceklerim, bugüne kadarki kişisel tecrübelerimle sınırlı. Ben de, editörle ve yayıneviyle daha yakın iletişim kurmak isterim. Bugüne kadar çeviri metinlerim çeşitli düzeltmeler ve önerilerle dijital bir dosya olarak, e-posta yoluyla bana geri döndü. Hatta teslim ettiğim bazı çevirileri, kitaplaşıp basılana kadar hiç görmedim. Oysa her ayrıntıyı olmasa bile en azından önemli değişiklikleri konuşmak, tartışmak isterdim.
Yayıncıyla iletişimi, fikir alışverişini, kitap yayımlanmadan ve okurun tepkisinden önceki ön eleştiri süreci gibi görüyorum. Böylesi bir süreç, çevirmen olarak benim için yapıcı, öğretici olurdu; kitabın oluşum sürecine dahil olduğumu hissettirir, beni mutlu ederdi. Ancak çoğunlukla çevirmen, çeviriyi teslim ettikten sonra adeta görünmez oluyor. Bugüne kadar pek çok yayıneviyle çalıştım, ama bırakın ortak çalışma yapmayı, yüz yüze tanışabildiğim editör sayısı bile çok az. E-posta mesajları üzerinden işleyen bir iletişim ve sosyal medya tanışıklığıyla ilerliyoruz çoğunlukla.
Yayıncıyla iletişimi, fikir alışverişini, kitap yayımlanmadan ve okurun tepkisinden önceki ön eleştiri süreci gibi görüyorum.
Sonuçta metnin son halini görmekle ilgili pek deneyimim olamıyor. Yayınevinde yapılan değişiklikler ya da değişiklik önerileriyle çok az kitap için dijital dosya paylaşımı yapıldı ve ben de hemen kendi önerilerimi ya da kabullerimi belirterek geri gönderebildim. Bugüne kadar 30 kitap çevirdiysem bu çalışma biçimini üç ya da dördünde yaşamışımdır. Özellikle yeni başlayan ve bu tür bir iletişim süreci geçiremeyen genç çevirmenler, işin öğretici yanını yaşayamamış, hatalarını görememiş oluyor.
Taraf değil, takım olmak!
Mehmet Erkurt: Teşekkürler Merve. Şimdi geldik kulağa en tatlı gelen, ama bir o kadar da kolay
göz ardı edilen aşamaya, yapılan işin onurlandırılmasına. Karşılıklı emeklerimize ilişkin farkındalığı dile getirdiğimiz bir aşama bu. Sadece maddi sözlerin tutulduğu değil; yaşanan her türlü zorluğun konuşulduğu, değerlendirildiği, kimi zaman insanı zorlayan sınırların hatırlandığı, bekletilen bazı yapıcı eleştirilerin sakince dile getirildiği ve ama olumsuzlukların çok rahat ikinci şansa dönüştürülebileceği bir aşama. Her iki taraf için de böyle. Çünkü artık ortak çabamızın meyvesi olan kitap elimizde ya da elimize geçmek üzere.
Bu aşamada doğallıkla taraf değil, takım olduğumuzu duyumsuyoruz. Bundan sonra kitap için kuracağımız cümlelerde birbirimizi hatırlayacağımıza ve anacağımıza ilişkin aslında sessiz bir taahhütte bulunuyor, söz veriyoruz. İlişkinin sürdürülebilirliğini en çok belirleyen aşamalardan birindeyiz. Şimdi ortak bir sorum var ikinize de. Emeğin onurlandırılması deyince neler düşünüyor, neleri bekliyorsunuz? Bir editörle ya da kurumla ilişkileri sürdürülebilir kılmak ve yeniden çalışmayı istemek, sizce nasıl ve ne şekillerde mümkün?
Merve Sevtap Ilgın: Onurlandırma deyince aklıma, gizli kahraman olan çevirmenin görünürlük beklentisi geliyor. Çevirmene sağlanan görünürlük de yayınevinden yayınevine değişebiliyor. Buna hassasiyetle yaklaşan, kitap kapağında ve tanıtım yazılarında çevirmenin adını vermeye özen gösteren yayınevleri var. Öte yandan, kitabın künyesi dışında hiçbir yerde çevirmene yer vermeyen, onu görünmez kılmaya devam eden yayınevleri de var. Oysa çevirmenin kendini bu projenin, kitabın parçası gibi hissedebilmesi yayınevinin elinde.
Çeviri teslim edildiği andan sonra, sürece hiçbir şekilde dahil edilmeyip habersiz bırakılmak, kitabın yayımlandığını ancak kitabevlerinde ya da sosyal medyada tesadüfen görmek çok üzücü. Süreçten haberdar edilmek bile onurlandırmanın yollarından biri. Tabii ki gecikmeler, aksaklıklar olacaktır, ama yayınevinin kitabı ne zaman yayımlayacağını önden bilmek beni mutlu eder.
Çeviri teslim edildiği andan sonra, sürece hiçbir şekilde dahil edilmeyip habersiz bırakılmak, kitabın yayımlandığını ancak kitabevlerinde ya da sosyal medyada tesadüfen görmek çok üzücü.
Benzer bir iletişim sorunu da ödemelerde yaşanıyor. İşin maddi boyutu da onurlandırmanın en önemli parçalarından biri. Sözleşmede yazan tarihi geçiren, üstelik hak ederek kazandığınız paranın peşine düşüp kendiniz talep edinceye kadar ödeme yapmamakta direnen yayınevleri var. Ülkedeki koşulları düşününce, ödemelerde gecikmelerin ve aksaklıkların yaşanması olağan olabilir, ama çevirmeni bu durumdan haberdar etmek gerekir. Burada anahtar sözcük yine “iletişim” sanırım.
Kötü örneklerin yanı sıra hem ödemeler konusunda hassasiyet gösteren hem de özel günlerde kutlama mesajıyla çevirmenini hatırladığını, onu önemsediğini hissettiren editörler, yayınevleri de var. Bu hassasiyeti gösterenlere de teşekkür etmek gerek.
Başka bir kitabın hayalini kurabilmek…
Mehmet Erkurt: Evet, tüm bu iletişim süreci, gelecek için kurulan bir başka kitabın hayalini etkiliyor.
Volkan, sen aynı soruya nasıl yanıt verirsin? Neler beklersin bu onurlandırma aşamasında?
Volkan Akmeşe: Ben bu aşamada başa gelebilecek bütün olumsuzlukları toplu halde yaşadığım bir anımı anlatayım: 2003 yılıydı; çizerliğe başladığım ilk dönemler. Öyle amatörüm ki, yaptığım çizimlerin çoğu geri çevriliyor. Bir gün beni, yayıncı olduğu söylenen biriyle tanıştırdılar. Karanlık, mafya tipli biri. “La Fontaine ve Andersen masalları gibi seriler yapıyoruz, çizer misin?” diye sordu. Kabul ettim, iyi de bir fiyat söyledim, tereddütsüz kabul etti.
Hemen çizmeye başladım. Tamamladığım çizimleri CD’ye kaydedip teslim ettim. Bilgisayarda CD’leri açıp dosyalar var mı diye bakıyor, ama resimleri hiç incelemiyordu. Bir zarf içinde ödemeyi yaptı, ben de oradan ayrıldım. Sonraki hafta yine aynıydı; çizimlerimi götürdüm, ödemeyi aldım. Kitapların ne zaman basılacağını sorduğumda da, “Ben sana haber vereceğim,” diyor. Yayınevinin adı sanı belli değil. Sonunda tüm çizimleri bitirdim ve alacağım kalmadı.
Derken adam ortadan kayboldu. Ne yayınevi var ortada ne de kitap! İlk kitap işim olduğu için merak ediyorum, kitabevlerine gidip soruşturuyorum, ama hiç bilen yok. Üzerinden 10 yıl kadar geçti. Bir gün “milyoncu” dedikleri ucuzluk pazarlarının birinde gezinirken, çizdiğim o kitapları tornavidaların, penselerin arasında yığılı halde gördüm. Üzerinde yayınevi adı yazmayan, A5 boyutundaki çizimlerimin kocaman büyütülerek berbat çözünürlükte basıldığı, 10’lu paketler halinde satılan kitaplardı. Çok sonra öğrendim ki adam, korsan kitap piyasasına hâkim biriymiş.
Ödememi eksiksiz yapmıştı, ama bu yeterli değildi. İsmimi taşıyan o kitapları iyi basılmış olarak raflarda görmek, Merve’nin sözünü ettiği incelikleri yaşamak, yayınevinden bir teşekkür almak, hatırlanmak… Tüm bunların en az o işin ödemesi kadar önemli olduğunu fark ettim. Bunu daha yolun başında çok berbat bir tecrübeyle öğrenmiş oldum.
Bunların ötesinde, okurla buluşabildiğimiz imza günleri ve fuarlar da çok anlamlı ve motive ediciydi. Pandemi döneminde, bu buluşmaların etkisini ve değerini daha iyi anladım.
Mehmet Erkurt: Bu noktada, 2020’de düzenlenen yıllık yayıncılık konferansı 10. Zeynep Cemali Edebiyat Günü’nde konuşan çevirmen Duygu Akın’ın bir cümlesini hatırlatmak istiyorum: “Yayımlanacak kitabın seçiminden okura ulaşmasına dek süren o upuzun yolda yaptığınız her tercih, benimsediğiniz her tutum bu yolculuğun niteliğini belirliyor.” Nitelikli bir süreç ve ona yakışır bir bitiriş, karşılıklı olarak birbirimizi yeniden seçmenin vazgeçilmez koşulu gibi. Birbirimizi sürekli baştan değerlendirdiğimiz, sürekli birbirimiz hakkında yeni kararlar verdiğimiz bu döngüde, yeni başlangıçlara vesile olacak pozitif süreçlere ve pozitif finallere ihtiyacımız var. Bu nedenle, onurlandırma sürecini ben de editör ve yayıncı tarafından çok değerli buluyorum.
Nitelikli bir süreç ve ona yakışır bir bitiriş, karşılıklı olarak birbirimizi yeniden seçmenin vazgeçilmez koşulu gibi.
İşlerimiz hiç bitmeyecek. Sürekli yeni projelerle, beklentilerle, ayrıntılarla çevrili olacağız. Buna tanımlanmamış sorumluluklar, bazen angaryalar eşlik edecek. Bir işi bitiremeden diğerine başladığımız, sürekli yapma halinde olduğumuz anları saymakla bitiremeyiz. Dolayısıyla, geriye dönüp bir bakmak, bitenin hissini birbirimize yansıtmak, karşımızdakine olduğu kadar bize de iyi gelebilir.
Yayıncılığın içindeki meselelerimiz, daraltılan kültür alanları, üretimde yaşadığımız mali darboğazlar, sonu gelmeyen ekonomik zorluklar, sürekli körüklenen sansür ve tahammülsüzlük ortamında her an düşmeye hazır motivasyonumuzu, belki de bir an geriye dönüp, “Bunları birlikte yaptık, biz yaptık, hep birlikte!” diyebilmek yükseltecek. Gelecekte görmekten ürktüğümüz, öngörmekten kendimizi alamadığımız olası karanlıkları da, şu anda yarattıklarımız tolere edilebilir hale getirecek.