Yayınevlerinde “Yeni Hayat” Ajandası Paneli
Pandemi, hayatımızda ve yayıncılık ajandamızda pek çok şeyi değiştirdi. Yeni yollar denemeyi, başka türlü düşünmeyi, farklı yaklaşımları göz önünde bulundurmayı gerektirdi. Yayınevlerinde farklı koleksiyonlara emek veren dört deneyimli yayıncı; Bahar Siber (İletişim Yayınları), Nazlı Berivan Ak (April Yayınları), Sanem Sirer (Siren Yayınları) ve Semih Gümüş (Notos) edebiyat yayıncılığının “yeni hayat” ajandasını tartışıyorlar.
Nazlı Berivan Ak: Pandemi, hayatımızda ve yayıncılık ajandamızda çok şeyi değiştirdi, dönüştürdü. Eskinin alışkanlıklarıyla bugünü anlamanın, bugünü okumanın çok da mümkün olmadığını, her gün yeni şekillerde, yeni biçimlerde tecrübe ediyoruz. Dayanışma, yaratıcılık, tasarruf gibi şifrelerimiz var artık. Bir yandan da paydaşlarımızla ve okurlarımızla yeni iletişim biçimleri geliştirmeye, onlara yeni yollarla ulaşmaya çalışıyoruz. Bağımsız yayıncılık yapan ve yeniyi arayanlar için oldukça canlandırıcı ve cesaretlendirici bir dönemde olduğumuzu da söyleyebiliriz. Bu noktada yayıncılar için yeni hayat ajandası ne anlama geliyor? Yeni hayat ajandasının ödevleri ve notları nelerdir? Bunları kıymetli üç yayıncıyla birlikte değerlendireceğiz.
Sanem, seninle başlamak isterim. Pandemi günlerinden geleceğe baktığında bağımsız yayıncılığı nasıl görüyorsun? Kitap seçiminden tasarıma, okura sunumdan paydaşlara ulaştırmaya dek yeni yöntemler, yeni zorluklar, yeni fırsatlar neler?
Sanem Sirer: Bağımsız yayıncılık, yayıncılık faaliyetinin özü, temeli aslında. Ama özellikle son yıllarda Türkiye’de ve dünyada şirketlerin, holdinglerin, grupların, bankaların, belediyelerin manzaraya dahil olmasıyla “bağımsız” ve benzeri tanımlar vurgulanır oldu. Aslında tanımı yapanlar, kendine büyük diyen yayıncılar. Şimdi normları altüst eden bir pandeminin içindeyiz ve bu tanımlar, şuursuz bir büyüme idealiyle damgalanmış bir dünyanın bakışından çıkan izlerden bazıları. Bu izler, o dünyanın sınırsız ve nadiren bağımsız devleşme sanrılarına dair işaretler taşıyor. Kendi adıma, bağımsızlığın ayrıca vurgulanacak bir nitelik değil, norm olduğu bir dünyayı tercih ederim. Ama ideal bir dünyada yaşamıyoruz; şimdi de olağanüstü bir halde, pandemi atmosferinin içindeyiz. Pandemi bizleri daha farklı, daha dengeli, daha adil bir ortama adım atmaya zorlayacak bir eşik olacak mı? Yoksa hâlihazırda zorlu olan mesleki koşulları daha da zor hale mi getirecek, onu göreceğiz.
Ürettiğimiz kitaplar bizlerden daha uzun ömürlü.
Yayıncılar olarak karşı karşıya olduğumuz en büyük zorluk, planlama güçlüğü. Yakın ya da uzak geleceği görmekte, yakın ya da uzak geleceğin şartları doğrultusunda tasarı yapmakta zorlanıyoruz. Bir engelimiz de, şu anda fuarlar, festivaller, imzalar, etkinlikler gibi sosyal alanlara sahip olamamak. Kitabevleri, özellikle bağımsız kitabevleri zor günler geçiriyor. Çevrimiçi alanlar yaratsak da kitap paydasında birleştiğimiz fiziksel mekânlarımızı yitirme ya da bunların daralması ihtimaliyle karşı karşıyayız. Bağımsız olsun olmasın tüm kitapçıların, yayıncıların, sektörün tamamının zorlanacağı günler var önümüzde. Sadece maddi değil, manevi zorluktan da bahsediyorum. Salgın cephesinden gelen sayılardan; bu sayıların gölgesinde yaşamı ve mesleği sürdürme çabasının yıpratıcı, sarsıcı etkisinden; ölümü, hastalığı istatistiklere indirgeyip belirsizlikle yürümenin, bunca felakete günbegün tanık olmanın ve bir şey olana değin hiçbir şey yokmuş gibi devam etmenin, devam etmeye çalışmanın yarattığı ruh hali… Bu süreç nasıl ve ne zaman sonlanırsa sonlansın, öncesindeki düzene tamamen dönülebileceğini sanmıyorum. Bu, bizi değiştirecek bir süreç.
Salgın öncesindeki sorunlar, bugün daha belirgin, daha görünür. Kitabı okura ulaştırmak hâlâ mümkün, ama göstermek her zamankinden zor. Üretim maliyetleri dövize endeksli olarak hızla artışını sürdürdükçe, yayıncılığın zorlanacağını tahmin etmek için kristal bir küreye bakmaya gerek yok. Doğal olarak sönük ve zorlu bir yıl geçiriyoruz; baskı adetleri ve çeşitliliğe dair veriler de buna işaret ediyor. Ama bunlar sadece sayı. Sayılar genele ilişkin çok şey söylese de tekil hakikatlere ilişkin hiçbir şey söylemez –salgın verilerinde olduğu gibi. Yayıncılık uzun bir süredir, “şu kadar bandrol alındı”dan “şu kadar baskı yapıldı”ya, “bu yıl şu kadar başlık yayımlandı”dan “fuarı şu kadar kişi ziyaret etti”ye uzanan sayılar dışında pek az şeyin konuşulduğu bir alan. Kitapların kendilerinden, biricik varlıklarından, giderek daha az bahsediyoruz. Sayılar, hele şu günlerde bize pek bir şey ifade etmiyor. Niteliği değil niceliği taçlandırmak, sayılardan oluşan, ama hiçbir yere uzanmayan kuleler inşa etmek anlam taşımıyor. Salgın öncesinin vitrinleri, şaşaalı çalışma alanları, gösterişli etkinlikler, lansmanlar, kalabalık olmalarıyla böbürlendiğimiz diğer ortamlar da öyle. Büyük, küçük yayınevi ayrımı artık o kadar da bağlayıcı değil; zira günün sonunda herkes, bilgisayar ya da telefon ekranının gerisinde. Yaptığımız iş, yani ürettiğimiz kitaplar, bütün bunlardan daha görünür ve ön planda, ama onları göstermek biraz daha zor. Ürettiğimiz kitaplar bizlerden daha uzun ömürlü.
“Bütün bu yalnızlığın ortasında bizi sağaltacak, yalnızlığımızı dindirecek şey sayılar, söylemler, planlar, tasarılar değil; çoğalacağımız hikâyeler, elimizde mevcut olan değerler.”
Dünya genel anlamda zor günler geçiriyor. İnsanlar çetin sınavlar veriyor, sevdikleriyle aralarına mesafe koymak zorunda kalıyor, yalnızlaşıyorlar. Belki sevdiklerini kaybediyorlar. Bütün bunların arasında felaketlerle dolu sosyal medyayı tararken, kişisel yaşamlarımızın uğradığı sarsıntıları dindirmeye çalışırken tek teselli, kulağa tezat gibi gelse de yine kitaplar. Bütün bu yalnızlığın ortasında bizi sağaltacak, yalnızlığımızı dindirecek şey sayılar, söylemler, planlar, tasarılar değil; çoğalacağımız hikâyeler, elimizde mevcut olan değerler. Dayanıksız malzemeden yapılsa da sonuçta bizlerden daha dayanıklı, daha uzun ömürlü olan, adetlerini bir gurur meselesi olarak beyan etsek de teker teker öne çıkarabildiğimiz ortamları hızla yitirdiğimiz kitaplar.
Yeni yayıncılık söylem ve pratikleri yaratmak…
Geçenlerde Frankfurt Kitap Fuarı kapsamındaki bir etkinlikte; Etgar Keret, hayatın iyi ve kötü dönemlerden değil, zor ve kolay dönemlerden ibaret olduğunu söylüyordu. Nazi soykırımından sağ çıkan ve müthiş bir hikâyesi olan babasından öğrendiği bir şeymiş bu. Dayanışma ve diyalog imkânlarımızı derinleştirmemiz; ürettiğimiz kitapların bir ömrü olduğunu, ama bizlerden daha uzun yaşayacaklarını unutmamamız; her kitabı biricik varlığıyla öne çıkaracak yayıncılık söylem ve pratikleri yaratmamız gerektiğini düşünüyorum. Şimdi ve sonrasında, zor ya da kolay dönemlerde yapmamız gereken en temel iş bu. Zorluklara direnmemiz şart. Eğer salgının sunduğu bir imkân varsa, içerik ve içeriği sunma pratikleri üzerine düşünme fırsatıdır.
Almanya’nın yayıncılık istatistikleri, ilk karantina sürecinde satılan kitapların %17’sinin, daha önce internetten hiç kitap edinmemiş insanlar tarafından satın alındığını gösteriyor. Demek ki şartlar, tercihleri etkileyebiliyor, biçimlendiriyor. Bizler de yayıncılar olarak o şartlara uygun refleksler geliştirmeliyiz. Bu refleksler, çevrimiçi ortamın imkânlarını, mevcut maddi alanları yaşatmak doğrultusunda geliştirmemizi sağlamalı. İngiltere ve Amerika’da sokağa çıkma kısıtlamaları gündemdeyken, farklı yaratıcı çözümlere şahit olduk. Telefonla sipariş alıp bisikletle gönderi yapan kitabevleri, dükkânlar kapalıyken kaldırımda teslimat seçenekleri ve bunun gibi çeşitli çözümler bizde gizli. Türkiye’deki pek çok yayıncı bu süreçte görünürlük ve satış için sanal ortamlara yöneldi. Yeni dayanışma ve işbirliği imkânları arama yoluna gidildi.
10 yıl öncesine kıyasla gazete ve dergi gibi geleneksel alanlarımız bugün daha dar belki. Ama bugün Youtube, Twitter, Instagram, podcast, newsletter ve bültenler gibi yeni zeminlerimiz var. Bu dijital alanlardaki kültürel etkinlikler, yeni bir aidiyet duygusunun gelişmesine olanak tanıyor. Bugün, örneğin yeniden kısıtlanan Fransa’da insanlar, vazgeçilmez hizmetler arasında yer almadığı gerekçesiyle kapanması gündeme gelen kitabevlerini açık tutmak için çabalıyor. Nisan-Mayıs aylarındaki karantina sürecinde kapatılan İspanya’daki kitabevlerinin, yaz aylarında rekor bir okur ilgisiyle karşılaştıkları anlatılıyor. Bunlar bizi motive etmeli, örnek olmalı.
Nazlı Berivan Ak: Başta da söylediğim gibi, tasarruf, dayanışma ve yaratıcılık bugünün şifreleri olarak karşımızda duruyor. Semih Bey; bağımsız yayıncılık yapmak, yeni çalışma modelleriyle kitapları, dergileri okura ulaştırmak konusunda siz neler söylersiniz? Bir de göreceli olarak yeni yayıncılar için elbette çok zorlayıcı bir dönem bu. Siz uzun yıllardır yayıncılık dünyamızın önemli aktörlerindensiniz; birçok yeni zorlukla, açılıp kapanma dönemleriyle uğraştınız. Bugün neler görüyorsunuz?
Kitapçılar herkes için önemli!
Semih Gümüş: Pandemi koşuluyla hiçbir şekilde karşılaştırılamaz, ama bundan önceki son döviz krizi sırasında (2018) yayıncılığın önemli sorunlarla karşı karşıya kaldığını gördük. Döviz krizi yüzünden maliyetlerin hızla tırmanması sonucunda yayınevleri, yabancı yayın haklarını satın alma konusunda çok önemli güçlüklerle karşılaştılar. Türkiye’de yayımlanan kitap sayısında çeviri kitapların oranının yüksek olduğunu düşünürsek durumu anlamak zor değil. Kitabın maliyeti bizde zaten yıllardır çok yüksekti. Bir kitabı ortaya çıkaran hiçbir yerli girdi olmaması ve bütün girdilerin dövize bağlı olması nedeniyle maliyetlerin aşırı yükselmesi, yeni kitaplar yayımlamada ve okurların da o kitapları almasında ciddi güçlükler yaratmıştı. Şimdi benzer güçlükleri pandemi koşullarında çok daha üst düzeyde yaşıyoruz.
Mart ayının sonlarında pandemi koşullarına girildiğinde, başka iş alanlarında olduğu gibi yayıncılar da büyük bir endişeye kapıldı. Ne yapacağımızı bilemediğimiz haftalar yaşadık. Sonra da bunun içinden nasıl çıkabileceğimizi düşünmeye başladık. Önümüzü görmekte zorluk çektik, çünkü daha önce bilmediğimiz ve deneyimlemediğimiz bu koşulların içinden hangi biçimlerde ve nasıl bir yayıncılık yaparak çıkacağımız konusunda aydınlık bir ortam yoktu. Öte yandan, yayıncılar benzer durumlara kolaylıkla uyum da gösterebiliyor. Belki bu uyumu kolay kılmakta dijital olanakların da büyük payı vardır. Bu olanaklara sahip olmasaydık yayıncılığı nasıl sürdürürdük? Belki de çok derin bir yok oluş sürecine girebilirdik.
Bu süreçte dikkatimi çeken birkaç noktayı vurgulamak isterim. Örneğin, böyle bir dönemde kitapçıların –hem bağımsız hem de zincir kitabevlerinin– ne kadar önemli olduğunu biraz daha fazla anladık. Kitap fuarlarının yaygınlaşması ve internet mağazacılığının getirdiği olanaklarla, kitapçıların yayıncılar tarafından bir ölçüde ihmal edildiğini söyleyebiliriz. Halihazırda giderek derinleşen zorluklarla mücadele eden küçük ve orta ölçekteki kitapçılardan bazısı, pandemi sürecinde faaliyetine son vermek zorunda kalabilir. Bu, yayıncılık dünyasının en önemli sorunlarından biri. Yayıncılar olarak kendi zorluklarımızla mücadele ederken, kitapçıları da bu anlamda yalnız bırakmamalıyız.
Bu dönemde sosyal medyada yaratılan “internetten satışın sektörün tüm sorunlarını çözeceği” gibi yanlış bir algı var. Gerçek böyle değil tabii. Ülkemizde, bir yıl içindeki kitap satışının yaklaşık %15’lik bölümü internetten yapılıyordu. Fiziksel mekânlara girilemediği için pandemi döneminde bu oran %30 civarına ulaştı. İlk kapanma dönemi olan Nisan-Mayıs aylarındaki tablo böyleydi. İnsanlar koşullara biraz daha uyum göstermeye başladığında, bu oran tekrar düşmeye başladı. Dolayısıyla, kitapçıların önemini unutmamamız gerekiyor.
“Bilmediklerimizi öğrenmeye başladık. Yayıncılıkta, kitapların yayına hazırlanma sürecinde, ilişki ve iletişim biçimlerimizde öğrendiğimiz yeni pek çok şey oldu.”
Herkes için en önemli sorunlardan biri de kitap fiyatlarının olağanüstü yükselişi. Kısa süre önce fiyatı 15 TL olan kitabın yeni fiyatını 30 TL olarak güncellemek zorunda kalıyoruz. Peki, aynı zaman diliminde alım gücü düşen okurlar bu kitaplara ulaşmada güçlük çekmeye başlamayacak mı? Pandeminin ilk zamanlarında kitap satışlarında %40’a yakın bir düşüş olmuştu. Kitap ve dergi yayıncılığı, kâr oranı çok düşük, ama maliyeti yüksek işlerdir ve okurlarımızın bunu bilmesi gerekir. Dolayısıyla %40’lık bir düşüş, yayınevlerinin zarar etmesi anlamına gelir. Kitabevlerinin açıldığı yaz aylarında satışlar biraz yükselse de eski günlerden epeyce uzağız.
Bilmediklerimizi öğrenmeye başladık. Yayıncılıkta, kitapların yayına hazırlanma sürecinde, ilişki ve iletişim biçimlerimizde öğrendiğimiz yeni pek çok şey oldu. Örneğin, Notos olarak bundan sonra tamamen uzaktan çalışma kararı kaldık. Bu ve benzeri durumlar yayıncılık dünyasının yeni deneyimleri olarak tarihe geçecek.
Nazlı Berivan Ak: Pandemi, yaşadığımız bu hız çağında, anlık, çoksatan dünyasında, gözden kaçan, ıskalanan kitaplara tekrar dönüşü, tekrar bakışı da beraberinde getirdi mi? Bugünler, hem yayıncılıkta hem okurlukta farklı yaklaşımları da gösteriyor mu bize? Bahar, neler düşünüyorsun?
Yeni formatlara ve eski okumalara rağbet…
Bahar Siber: İçinde bulunduğumuz süreç, yayınevinin gündelik işleyişine çok belirgin bir farklılık getirdi. Mart ayı itibariyle herkes gibi evlere kapandık, işleri evlerden yürütmeye başladık. Ancak bu, yayın çizgimizde belirgin bir farka yol açmadı. Daha öncesinde yaptığımız gibi edebiyat ve edebiyatdışı alanlarda, hem telif hem çeviri kitaplar hazırlamaya ve yayımlamaya devam ettik. İlk üç aylık dönemi bunun dışında tutuyorum, çünkü o dönemde yeni kitap üretimi çoğu yayınevinde olduğu gibi bizde de durmuştu. Yaz başındaki normalleşme ve açılmayla birlikte, tekrar kaldığımız yerden devam ettik, yeni kitap yayınına döndük. Bu ilk dönemde beklenmedik bir sürprizle karşılaştık; internet satışlarında çok büyük bir artış oldu. Kendi internet sitemizden yaptığımız satışlarda %100’e yakın bir artış gözlemledik. Özellikle internet satışını sağlayan ekibimizin yoğun mesaisiyle bu talebi karşılamaya çalıştık.
Bu dönem aynı zamanda, herkesin eve kapanıp ekmek yaptığı, temel ihtiyaçlarını karşılamak için eskiyi, otantik olanı hatırladığı bir süreçti. Kitap seçiminde de eskiye yöneldi insanlar. Yeni yazarların, yeni kitapların peşine düşmektense zaten tanıdığı kitapları ve yazarları tercih ettiler. Diğer deyişle, yeni maceraların peşine düşmedi okur. Yazarını bildiği, belki zamansızlıktan ertelediği ve kenara ayırdığı kitapları edindi ve okudu. Bu süreçte özellikle klasikler çok öne çıktı. Yaz başından itibaren tekrar kitap basmaya başladık, ama herkes gibi biz de yeni kitapları göstermekte zorlandık. Her yıl satışlarda yaşanan “yaz durgunluğu” da buna eklendi tabii. Okur nezdinde eskiye rağbet büyük oranda devam etti.
Alternatif formatlar öne çıktı. E-kitap bunun ilk akla gelen örneği. Karantina döneminde çokça korsan e-kitap paylaşımı gözlemledik. Bunun da etkisiyle e-kitap biraz geride dursa da özellikle sesli kitap öne çıkan bir format oldu. Sanki okumaktan yorulanlar kitap dinlemeye geçtiler, ama edebiyatla ve kitapla bağlarını da koparmadılar. Kitap dünyası elbette büyük bir dönüşüm geçirdi, ancak gerek yayıncılar gerekse okurlar bu dünyayı canlı ve ayakta tutmak için yeni yollar keşfetmekte hem hızlı davranma hem de yüksek bir uyum becerisi gösterdiler. Sonbahar aylarından itibaren de özellikle akademik yayın kataloğumuzda bir hareketlenme gözlemledik.
“Okurla bire bir temas ettiğimiz, kitaplarımızı okurla yüz yüze paylaştığımız alanlardan uzağız.”
Nazlı Berivan Ak: Şu an yaşadığımız en büyük zorluklardan biri de artık fiziki fuarların olmayışı. Uluslararası profesyonel fuarlar, satış odaklı ulusal fuarlar artık gündemimizde değil. Okurla bire bir temas ettiğimiz, kitaplarımızı okurla yüz yüze paylaştığımız alanlardan uzağız. Dağıtımcı, gazeteci, kütüphaneci, çevirmen, yazar, yazar adayı… Hepsiyle de stantlarımızda bire bir görüşme, temas etme, duygu ve kültür paylaşımı yapma şansımız şu an için fiziki olarak yok. Fuarlar aynı zamanda okur reflekslerini takip ettiğimiz alanlardı. Bunu da ıskalamış durumdayız. Fuarların yokluğu bize ne kaybettirdi Semih Bey?
Tanıtım ve okur ilişkisi en önemli kaybımız.
Semih Gümüş: Uluslararası fuarların yokluğu belki online olanaklarla, araçlarla doldurulabilir. Bunu mümkün görüyorum, çünkü uluslararası fuarlara katılanların çoğunlukla büyük yayınevleri olduğunu biliyoruz. Küçük yayınevleri, uluslararası fuarlara fiziksel olarak pek katılamıyordu zaten.
Ulusal fuarlarda durum biraz daha farklı. Yayınevleri, başlangıçta İstanbul ya da birkaç büyük şehirle sınırlı olan bu fuarlarda kitaplarını satarak bir gelir elde etme amacını öncelikli görmüyordu. Ulusal fuarların önemi küçük yayınevleri için çok daha farklıydı. Örneğin bizim (Notos) için de öyleydi. Okurlarımızla doğrudan ilişki kurmak, kendimizi orada göstermek, yayınevimizin kimliğini tanıtabilmek gibi amaçlarımız vardı. Ama zamanla, fuar firmaları ve belediyeler aracılığıyla fuarların pek çok şehre yayılmasıyla birlikte, bu iş bir gelir modeli olarak da değerlendirilmeye başlandı.
Yayıncılığın sürekli içinde bulunduğu zor koşullarda, yayınevleri için bu gelir modeli elbette anlaşılabilir. Ama pandemi nedeniyle fuarların yapılamamasının iki eksiklik yarattığını söyleyebilirim. Birincisi; okurla doğrudan ilişki kuramamak oldu. Bulunduğumuz fuar mekânlarında kendimizi daha kolay tanıtma imkânımızı yitirdik. İkincisi; fuarlar olamayınca kadın okurları kaybettik. 25-30 yıldır kitap fuarlarına katılıyorum ve gözlemlediğim kadarıyla, kitaplarımızın çoğunu kadınlar alır, özellikle genç kadınlar. Kadın okurlarla doğrudan ilişkiyi kaybetmek, yayıncılık için önemli bir sorundur. Okurlarla ilişkiyi dijital dünyada kurabilmeyi önemsememe rağmen bu yol fuarlara göre daha zor geliyor. Tanıtım ve okur ilişkisi en önemli kaybımız.
“Hiçbir zaman değişmeyecek bir gerçek var; kitap, kitapçıda satılır.”
Fuarların yarattığı, yayıncıların yıllardır bildiği, ama tersine refleks gösteremediği bir başka önemli sorun da kitapçıların büyük ölçüde mağdur edilmesi. Küçük bir kentte yapılan fuar, o bölgenin okurları tarafından coşku ve heyecanla karşılanırken, o kentteki kitapçıların daha çok zarar görmesine neden olabiliyor. Bu her zaman çok önemli bir sorundu. Fuarların şu anda yapılamaması, yerel ve bağımsız kitabevlerinin biraz daha canlanmasını sağlayabilir mi? Bu konuda da pek iyimser olamıyorum. Çünkü, başta korsan olmak üzere daha pek çok sorunu olan bir sektördeyiz. Sonuçta fuarların varlığını, sadece satış anlamında önemli bulmuyorum. Çünkü hiçbir zaman değişmeyecek bir gerçek var; kitap, kitapçıda satılır.
Nazlı Berivan Ak: Burada hemen küçük bir hatırlatma yapayım: OKUYAY Platformu’nun “Bağımsız Kitabevleri Raporu” internet sitelerinde yayında. İlgilenenler için kapsamlı bir çalışma olduğunu söylemeliyim. Fuarlar, okurla yaratıcı ekibin bir araya gelmesi anlamına da geliyordu. Editörlerimiz stantlarında, kendi hazırladıkları kitapları okurlarla bire bir buluşturuyorlardı. Bir yandan da imza günleriyle, söyleşilerle, buluşmalarla okurla bir araya geliyorduk. Sevgili Bahar, bütün bunların yeri o kadar da doldurulamaz mıymış? Pandemi günlerinde fiziki fuarların yokluğunu sen nasıl değerlendiriyorsun?
Fuar demek, kitap şenliği demekti…
Bahar Siber: O kadar vazgeçilmez miymiş bilmiyorum, ama biz fuarların eksikliğini duyuyoruz açıkçası. Geçen yıla kadar İletişim Yayınları olarak, hem İstanbul’daki hem İstanbul dışındaki fuarlara geniş ekipler halinde katıldık. Okurla yüz yüze temas etmenin ve birinci ağızdan yorumlar almanın, yayıncılık faaliyetimiz açısından yeri doldurulamaz bir işlevi ve anlamı var.
Yurtdışı fuarlar daha farklı, daha profesyonel; telif alışverişi üzerinden işleyen etkinliklere sahne oluyor. Ama bizde, değişik şehirlerde düzenlenen fuarların, eskiden beri bir kitap şenliği karakteri vardır. Okurla yayınevlerinin buluştuğu, aynı zamanda sektörün de bir araya geldiği, yılın bir haftası yayıncıların aynı ortamda bulundukları, sohbet ettikleri, paslaştıkları, birbirleriyle fikir alışverişinde bulundukları bir ortam anlamına da geliyordu. Hangi şehirde düzenlenirse, o şehirde halkı kitap etrafında buluşturan, tartıştıran, kaynaştıran etkinliklere olanak tanıyordu. Yoğun bir kültürel etkileşim imkânı sağlıyordu.
Bu buluşma olanaklarından mahrum olduğumuz süreçte neyi keşfettik? İnternetin ve sosyal medyanın imkânlarını daha önce hiç olmadığı kadar kullanmayı, onlardan faydalanmayı keşfettik. Yeni alışkanlıklar edindik. Örneğin, edebiyatçıları buluşturduğumuz yazılı söyleşiler yaptık ve yayınladık. Instagram ve başka kanallar üzerinden online sohbetler gerçekleştirdik. Kâh yazarlarla kâh başka uzman kişilerle çektiğimiz tanıtım videoları hazırladık, onları yayınladık. Bunlar yüz yüze olmanın, aynı mekânı paylaşıp tartışmanın ve konuşmanın yerini doldurmuyor, ama en azından okurlarımızla temasımızı sürdürmemize yarıyor. Koşullar bir müddet böyle devam edecek gibi görünüyor.
Nazlı Berivan Ak: Bu yeni iletişim modelleri, okurlarla ve paydaşlarla buluşma anlamında çok önemli. Pandeminin en büyük kazançlarından biri belki de bu oldu. Sanem, seninle birçok yurtdışı fuara katıldık; Londra, Frankfurt, Kudüs, Şarika, Üsküp… Bu yıl yalnızca iki uluslararası fuar fiziki olarak çok sınırlı katılımla gerçekleşebildi. Daha önce Frankfurt’ta 10 dakikalık dilimlere sığdırdığımız ajans ve yayıncı görüşmeleri, artık yerini ZOOM toplantılarına bıraktı. Yeni dönemdeki bu iletişim biçimini, telif alışverişlerini ve fuarların yokluğunu sen nasıl değerlendiriyorsun?
Mekân ruhu bizi terk etti.
Sanem Sirer: Telif alışverişi yaptığımız yurtdışı fuarları önemsiyorum. Sadece alışveriş bakımından değil, atmosfer ve buluşma ortamı olarak da önemsiyorum. Tabii bunların arasında Frankfurt ayrı bir önem taşıyor. Frankfurt Kitap Fuarı’nın 500 yıllık bir geleneği var. Ben çok kıdemli sayılmam, ama kendi Frankfurt geçmişim bile 15 yıla yaklaşıyor. Uluslararası yayıncılık sektörünün en önemli sosyalleşme alanından bu yıl yoksun kaldık. Bir sabah yatağımızda sıkıntılı rüyalardan uyandık ve şanslıysak, oturup ev ofisimizde çalışmaya başladık. Belli teknolojilere sahibiz, ZOOM görüşmeleri yapıyoruz, iletişim için başka platformları kullanıyoruz, ama mekân ruhu bizi terk etti.
Bir haftaya sığan Frankfurt Kitap Fuarı, bu yıl neredeyse bütün aya yayılan bir olay oldu bizim için. Normal şartlardaki fuar koşuşturmacası da çok yorucuydu, ama bir gün içinde beş ZOOM toplantısı yapmak da ayrı bir zorlukmuş. Üstelik ekran yorgunluğu çok daha ağır. Editörler, çevirmenler, yazı işçileri masa başında uzun saatler geçirir oysa normalde. İçinde bulunduğumuz olağanüstü dönemin etkisiyle kaygı atmosferinde, izole biçimde çalışmak çok daha güç.
Bu yıl hem Frankfurt’un hem de Londra’nın yöneticileri, kitap fuarlarını fiziksel ortamda düzenleme konusunda son dakikaya kadar ısrarcıydılar, ama bu pek hoş karşılanmadı. Yayınevleri de birbiri ardına katılmayacaklarını duyurunca iş tamamen dijitale döndü. Aynı durum Bologna için de geçerli. Küresel bir topluluğun mensupları olarak aynı havayı solumak, aynı uğultuya kulak vermek, aynı koridorlarda yürümek, kitap konuşmak yerine ZOOM buluşmalarında, ülkelerimizde ve sektörlerimizde neler olduğundan bahsederek başladığımız görüşmelerle yetindik. Bu dijital olanaktan elbette memnunum, ama görüşmelerde başrol kitaplara değil pandemiye aitti.
Fuarı fuar yapan ayrıntılardan yoksunduk belki, ama gözlemlediğim kadarıyla telif satışları hiç de fena değildi. Yakın zamanda Londra Kitap Fuarı’nın Haziran 2021’de gerçekleşeceği duyuruldu, ertelenip ertelenmeyeceğini göreceğiz.
“Fuarın yokluğu mekân ruhundan yoksun olmak demek.”
Fuarın yokluğu mekân ruhundan yoksun olmak demek. Bu ne demek? Siren Yayınları gibi çeviri edebiyat yayıncıları için fuar, dünyanın nabzını ölçtüğünüz bir sahne. Dünyada ne gibi eğilimler var, insanlara neler oluyor? Bu soruların cevabını gösteren bir sahneydi fuarlar. Mevcut sorunlarına rağmen ülkemizdeki fuarlar da öyleydi. Bir aidiyet zemini oluşturması bakımından kıymetliydiler. Diğer yayıncılarla ve okurlarla diyalog kurabildiğimiz alanlardı.
Öte yandan, telif görüşmelerimiz görüştüğümüz kişiyle kurulan diyalogdan ibarettir. Ancak artık fuar ortamının rastlantısallığı da ortadan kalktı. Yeni dostluklar kuramıyoruz, yeni temaslar edinemiyoruz. Kitabevinden kopan okurun deneyimi gibi. Çevrimiçi toplantılarda sadece görüşmek istediğimiz kişiyle temas kuruyoruz. Fuarda geçen zamanda tesadüfen rastlayıp incelediğimiz kitapları, keşfettiğimiz yayınevlerini, bize ilham verecek tasarımları şimdi ıskalıyoruz. Oysa uluslararası fuarlar, tıpkı bir kitap almaya girdiğiniz kitabevinden bambaşka şeylerle çıkmaya benziyordu.
Sterling Lord Agency’den Szilvia Molnar, sektör çalışanlarına Frankfurt Kitap Fuarı’na dair en çok neyi özlediklerini sormuş. Çok ilginçtir, çoğunluk bireysel ve kitaplarla tamamen ilgisiz yanıtlar vermiş. Kişisel ritüeller, gözlemler, yenen yemekler, öznel tecrübeler… “Hah, bende de bu var,” diyebileceğim bir deneyim bulabilecek miyim diye taradım, bulamadım. Bu tablo bile pek çok şeyi açıklıyor. Bu kolektif sektörel hadiseyi oluşturan yapı taşları, şahsi elementler, ortak deneyim, etkileşim gibi işimizi yoğuran şeyler. Evden çalışmanın temel güçlüğü, bu sosyal katmandan yoksun kalmak. Çevrimiçi ortamlar elbette işlerimizi yürütebilmek ve dünyaya bağlanabilmek adına çok kıymetli, ancak fuar ortamının yerini tutması mümkün değil. Salgın sürdüğü müddetçe de yayıncılar olarak bu kişisel diyalogları sürdürme ve geliştirme gibi fazladan bir ödevimiz var artık.
Yarının edebiyatı…
Nazlı Berivan Ak: Szilvia Molnar’ın yazısını ben de okudum. Bende tek karşılığını bulan şey, fuarın serendipity denilen “mutlu tesadüfler”in yaşandığı alanlar olması. Ben de fuarın en çok o mutlu tesadüflerini özlüyorum.
Ulusal fuarlar hakkında altını çizmek istediğim bir nokta da her yıl fuar alanında karşılaştığımız, sadık ve profesyonel okur diyebileceğim 50-60 yaş ve üzeri okurdan uzak kalmak. Teknolojiyle arası iyi olan okurlarla bir biçimde sosyal medyada, podcastlerle ya da farklı dijital platformlarda etkileşim halindeyiz. Ama teknolojiyle arası iyi olmayan bu kitleyi maalesef ıskalıyoruz. Belki de bu “temas” konusu, yeni hayat ve yayıncılık ajandamızda önemli bir ödev olarak karşımızda duruyor. Iskalamamamız gereken bu okurlarımızı unutmamak ve onlar için de çalışmalar, projeler üretmek zorundayız.
Biraz da yarının edebiyatını konuşalım. Pandemi dönemindeyiz ve “pandemi sonrası” dönem ne zaman gelecek, bilmiyoruz. Bazı eleştirmenler, bilimkurgunun, gerilimin, psikolojik altyapısı kuvvetli romanların çağının başladığını söylüyor. Bazısı, “Kişisel gelişimin altın çağı,” derken, bazısı bundan sonrası için, “Yalnızca klasikler okunacak, yeniye çok da yer yok, hiç heveslenmeyin,” gibi yorumlar yapıyor. Yemek kitapları, aktivite kitapları ve kendi kendine öğrenme kitapları popüler listelerin en tepesinde. Sanem, çılgın Frankfurt görüşmelerinin ardından incelediğin kataloglarda, çalıştığın kitaplarda sen neler görüyorsun? Yarının edebiyatına dair ne söyleyebiliriz?
“Yarının edebiyatı bugün yazılıyor.”
Sanem Sirer: Yarının edebiyatına ilişkin bir şeyler söyleyebilmek için, öncelikle bu kapanma dönemlerinin ne kadar süreceğini bilmemiz gerek. Öte yandan, yarının edebiyatı bugün yazılıyor, ama yarın yayımlanacak kitaplar da çoktan yazıldı ve programlara girdi. Hatta bunlar düne aitti ve ertelendi. Yayıncılıkta zaman deyince, büyük ve çok katmanlı bir şeyden söz ediyoruz. Bugün çıkan kitaplar ne zaman yazılmış olurlarsa olsunlar, bizim onları algılama ve yorumlama biçimimiz, bugünün hakikatleriyle yontuluyor. Sektörü, bugünün hakikatleri yönlendiriyor.
Pandemi öncesinde kataloglara bir felaket havası hâkimdi. Geleceğe yönelik öngörülerde bulunulan distopyalara ve bilimkurgulara zaten girilmişti. Bariz bir son duygusu, dünyanın tıkanmışlığına dair bir farkındalık, karamsar bir hava vardı. Bunların hepsi kurmaca metinlerde vurgulanan temalardı. Bu post truth (hakikat ötesi) çağında, kapanmaların da etkisiyle okurların kurmaca metinlere ilgisi arttı. Bu ilgi, kaçış arzusuna işaret eder mi, tartışılır.
Cli-fi (climate fiction) metinler pandemiden önce de ön plandaydı, şimdi de öyle. Çünkü küresel iklim krizi, onu inkâr eden devlet politikalarından dolayı pandemiden daha büyük bir tehdit. İklim romanları, distopyalar, çarpık dünya anlatıları uzun bir süre daha bizimle olacak. İçinde yaşadığımız ve türlü nedenlerle duvara toslayan dünyanın farklı tezahürlerini bir süre daha okuyacağız gibi görünüyor.
Sektörde bu büyük değişim dalgası…
Klasiklerle ilişkimiz, bugüne ait bir eğilim değil aslında. Uzun süredir geçmişe dönüş havası hâkim zaten. 20. yüzyıl yazarlarının daha önce hiç basılmamış kayıp metinleriyle başlayan bir rüzgâr bu. Margaret Atwood, Frances Wright, George Orwell gibi yeniden keşfedilen yazarlar gündeme geliyor. Özellikle Avrupa ve Amerika’daki popülist söylemlerin yükselişiyle bu yazarların eserleri, modern klasiklerin altın çağ yaşamasına önayak oldu. Yeni yazarları ve eserleri tanıtmamızın her zamankinden daha zor olduğu pandemi sırasında bu isimlere ilgi devam edecek gibi görünüyor. Virüsün dünyaya yayılmasına eşzamanlı olarak, Seul’dan Roma’ya uzanan tüm kitabevlerinde günümüze ait bir salgın metni değil de Albert Camus’nün Veba’sının çoksatan olması bu eğilimi yansıtan bir örnek.
Dünden yarına kalacak önemli bir tema, kimlik ve kimlik odaklı metinler. Dünyanın dört bir yanında, özellikle de Amerika’da ırkçı ve ayrımcı söylemler, politikalar yükselişteyken anaakımın dışında kalan ya da anaakımın dışına itilen azınlık kimliklerini temel alan anlatılar öne çıkıyor. George Floyd’un öldürülmesi ve siyahları hedef alan polis şiddeti görüntülerinin sosyal medyada paylaşılmasıyla, ırkçılık karşıtı hareketin etkisi yayıncılığa da sıçradı. Twitter’da, Türkçe’ye, “Yayıncı bana bu kadar ödedi,” gibi çevirebileceğimiz #PublishingPaidMe etiketiyle paylaşımlar yapıldı. Yazarlar aldıkları avansları, sektörün benimsediği kurumsallaşmış ayrımcılık pratiklerini, beyaz bir yazarla siyahi bir yazara ödenen paraları tartışmaya başladılar. Öyle ilginç paylaşımlar oldu ki, dünya yayıncılık sektörüne yön veren yayınevlerinin yönetici kadrolarında önemli değişiklikler oldu. Daha kapsayıcı politikalar hedeflendi, sözler verildi. Sektördeki bu büyük değişim, etnik ve ırksal kimliğe dair romanların artışıyla kendini daha da görünür kılacak.
Bunların dışında, dünyadaki pek çok insan ortaklaşa müthiş bir yalıtılmışlığı ve kaygı ortamını deneyimliyor. Her birimiz bilmediğimiz sulardayız şu anda. Bu deneyim, kendini yarın okuyacağımız metinlere nasıl yansıtacak, zamanla göreceğiz. Benim kişisel beklentim, bir süredir izlerini gördüğümüz doğa ve hayvanların da ön planda olduğu ve insanmerkezci bakışı sorgulayan metinlerin ortaya çıkacağı yönünde. Kitaplar söz konusuyken, sektörel eğilimler neye işaret ederse etsin şaşırmak güzeldir.
Nazlı Berivan Ak: Yayın programlarımızdaki kitapları bir an önce yayımlayıp yaygınlaştırabilelim ki, yeni hayatın yeni kitaplarına da yer açılsın. Bahar, senin de görüşlerini merak ediyorum bu konuda. İletişim Yayınları ilk romanların gönderildiği ilk adreslerden biridir. İlk romanlarda, çıkış romanlarında pandeminin etkisini ne ölçüde hissediyorsunuz? Yayın programınızı şekillendirirken bugünün kaygıları ne kadar etkili oluyor?
Bugünün kaygıları yayın programını etkiliyor mu?
Bahar Siber: Yeni dosya başvurularında müthiş bir artış var. Salgın öncesinde ayda bir yayın kurulu toplantısı düzenlerdik. Şimdilerde dosya yoğunluğuna ayak uydurmak için yayın kurulu toplantılarımızı haftada bir yapıyoruz. Hem edebiyatta hem edebiyat dışında hem de çocuk kitaplarında müthiş bir arz yoğunluğu var. Bu da hepimiz için çok çalışmak anlamına geliyor. Örneğin, her hafta yaklaşık 20-25 edebiyat dosyası geliyor. Bu çok ciddi bir sayı. Bunların tek tek değerlendirilmesi, raporlanması, cevaplanması epeyce mesai alıyor. Öte yandan bu yoğunluk ve dosya çokluğu, nitelik düşüşünü de beraberinde getirdi. İnsanların eve kapanınca büyük bir hevesle, iştahla, üretkenlikle yazmaya koyuldukları anlaşılıyor. Ancak bu dosyalar yayınevlerine, acelecilikle yeterince çalışılmadan, metinler demlendirilmeden gönderiliyor gibi.
“Evlere kapandığımız dönemde çocuklarıyla daha yakın ve daha yoğun zaman geçirdikleri için ebeveynlerde çocuk kitaplarına yönelik bir farkındalık artışı yaşandı.”
Tema açısından bakınca, pandeminin kendisi ve hayatımıza etkisi ön plana çıkıyor. Sanki bir ortak temaymış gibi kitapların pek çoğunda bu var. Adalet de yine öne çıkan bir başka tema. Kendi adaletini bulmak ve yaratmak, kendi adaletini tesis etmek konulu metinler dikkat çekiyor. Bu salgın öncesinde de başlamıştı, ama “adalet” evlere kapanılan dönemde yazar adaylarının zihnini epey meşgul eden bir konu olmuşa benziyor. Edebiyat dışı alanda öne çıkan diğer temalar da otoriterlik ve popülarizm. Kataloğumuzda yer alan, salgın hastalıklar tarihine dair birkaç kitap ve kişisel gelişim dışındaki psikoloji kitapları da çok ilgi gördü, tekrar baskı yaptı.
Elbette nitelik düşüşünün istisnaları da var. Nitekim biz de yeni yazar adaylarıyla çalışmaya devam diyoruz. Hem bu dönemde yeni tanıştığımız hem daha önceden programımızda olan yazarlarla çalışıyoruz; kitaplarını da okurla buluşturmaya devam ediyoruz. Edebiyat dışı alanda her yıl bir yaz durgunluğu yaşarız. Salgından bağımsız olarak bu yıl da yine aynı şeyi gördük. Sonbahar aylarıyla birlikte yine hareketlenme başladı.
Nitelikli çocuk kitaplarının önemi de tekrar ortaya çıktı pandemi döneminde. Evlere kapandığımız dönemde çocuklarıyla daha yakın ve daha yoğun zaman geçirdikleri için ebeveynlerde çocuk kitaplarına yönelik bir farkındalık artışı yaşandı. Çocuk edebiyatı dosyalarının başvurularında da çok yoğun bir artış var.
Nazlı Berivan Ak: “Yeni hayat” ajandamıza, yeni yayıncılık ajandamıza birlikte kafa yorduğumuz değerli konuşmacılarımıza çok teşekkür ederim.
Soru-Cevap
SORU: Edebiyatın yaşadığımız sürece etkisi ne olacak ya da ne yönde olmalı? Hayatta kalışımız, izole oluşumuz, savunmasızlığımız, belirsizlikler ve COVID-19 kaynaklı ölümlerdeki eşitsizlik metinlere nasıl yansıyacak bilemeyiz, ama bundan sonraki edebiyat dünyasında, başkahraman olarak bireyin yerini toplum mu alacak? Sezgilerinize, deneyimlerinize göre içinde bulunduğumuz bu dönem edebiyatı nasıl etkileyecek?
Semih Gümüş: Edebiyat, diğer bütün sanat dallarına göre çok daha fazla zihinsel bir uğraş. Edebiyatın yeri öteki sanat dallarıyla doldurulamaz. Düşüncenin derinliğine edebiyat kadar sokulan bir başka sanat olduğunu düşünmüyorum. Örneğin muazzam bir külliyat ortaya koymuş Yaşar Kemal, “Sonunda ne anlatır roman? Roman sadece insanı ve insan psikolojisini anlatır,” derdi. Edebiyat da büyük ölçüde dönüp dolaşıp buraya gelir aslında.
Bu yalıtılmışlık ve yalnızlık döneminin sonunda, bu dönemden çıkmaya başladıkça, yaşananları anlatan romanlar ve öyküler de elbette yazılacaktır. Toplumu değil, yine bireyi öne çıkaran romanlar ya da öyküler daha fazla yazılacaktır. Dolayısıyla bireyin yalnızlığı ve psikolojisinin, daha önce görmediğimiz koşullar içinde hangi yeni biçimlere büründüğü de, bunlara etki eden yeni etkenler de edebiyatta mutlaka dile getirilecek. Romana yansıması belki hemen beklenemez, ama pandemiyi konu eden öykülerle karşılaşmaya başladım bile. Yine de bu dönemin edebiyata nasıl yansıdığını anlamak için biraz beklemek gerekiyor. Daha önceki deneyimlerimiz, böylesi sıcak dönemlerin, içinde yaşarken edebiyata yansımadığını gösteriyor. Bir gün bu sürecin içinden çıktığımızda, edebiyata nitelikli biçimde nasıl yansıyacağını göreceğiz.
Uzak geleceğe uzanan bir dönemde edebiyatın hangi biçimleri alacağına dair düşünmeye başladığımızda, ülkemizde yayımlanan kitapların neredeyse yarıdan fazlasının çeviri olmasını da unutmamalı. İngilizce dışındaki dünya yayıncılığı için de aynı şey geçerli. İngiltere’de, İngilizce dışındaki dillerde yayımlanan çeviri kitaplar %2 gibi küçük bir orana sahip. Oysa bu oran bizde de Avrupa’nın pek çok ülkesinde de %50’nin üzerinde. Hollanda’da son 50 yılda kurmaca metinlerdeki çeviri oranı %5’ten %70’e çıkmış. Bu çevirilerin %75’i İngilizce’den yapılıyor. Büyük bir edebiyat geleneği olan Almanya’da da bizde de durum çok farklı değil. Her yazar, kendisinden önceki edebiyata, edebiyat zincirine bir biçimde bağlıdır. Peki, gelecekte bütün dünya edebiyatı İngiliz ve Amerikan edebiyatının etkisinde mi yazılacak?
Yayıncılık dünyamızda bu ölçüde bir sınırlılık olduğu söylenemez. İngilizce’den yapılan çeviriler ağırlık taşısa da belli bir çeşitliliğimiz var. Yayıncılar olarak İngilizce yazılan edebiyatın dışındaki üretime de ilgi göstermemiz gerek. Bunun hem okurların zihninde karşılığı olacaktır hem de yazarların yeni tanışacağı dünyaların çeşitlenmesine katkısı olacaktır.
SORU: Pandemi döneminde yayımlanan kitapların baskı tirajlarında farklılık var mı? Tekrar baskı yapan kitapların sayısı arttı mı?
Sanem Sirer: Mart ve nisan aylarında kitabevleri kapanırken büyük bir düşüş yaşanacağını öngörmüştük zaten. İnternet satışlarının yüksek olması, herkes gibi bizi de memnun etti. Yaz aylarının her zamankinden daha durgun geçtiğini söyleyebilirim. Şimdi eski durumumuza hemen hemen yakınız, ama yeni kitaplara yönelik ilgiyi asıl önümüzdeki aylarda göreceğiz.
Bahar Siber: Yeni baskıların tirajında pek farklılık yok. Sadece başlık sayısını nabız tutarak, piyasayı gözlemleyerek belirlemeye çalışıyoruz. Başlık sayısını zaman zaman azaltma yoluna gidiyoruz, ama bu daha çok yaz dönemi için geçerliydi. Sonbaharla birlikte yavaş yavaş normal ritmimize dönüyoruz. Ama tirajlarda değişen bir durum yok.
Semih Gümüş: Belki küçük bir düşüşten söz edilebilir. Örneğin, 5.000 adet bastığınız kitabı 4.000 adet basmayı düşünmek gibi. Öyle dramatik bir düşüş olmadı. Eski günleri, pandemi öncesini yakalayamasak da bugünlerde belirgin bir iyileşme olduğu söylenebilir. Ancak yakın gelecekte haklarını almakta sorunlar yaşanacağı için çeviri eserlerin sayısı görece azalabilir.