Zor zamanlarda edebiyat
Akademisyen, çevirmen, yazar Necdet Neydim edebiyat yoluyla şiddet, ayrımcılık, nefret söylemi ve ölüm gibi zor konuların nasıl işlenebileceğine, okul ortamında çocuklar ve gençlerle iletişimin nasıl geliştirilebileceğine ilişkin gözlemlerini ve önerilerini paylaşıyor.
Zaman ve edebiyat ilişkisine baktığımızda, edebiyatın, insanın kültürel bağlamda var olduğu zamandan bu yana, varlığını hep sürdürdüğünü görürüz. Çünkü edebiyat, sanat ve estetik, insanın dışavurumudur; sıkıntısıdır, üzüntüsüdür, kaygısıdır.
Edebiyat ve kültür, insanın yalnızca yaşamını belirleyen kavramlar değildir. Özellikle kültür, insanın korkularını, tutkularını, özlemlerini, keyiflerini, zevklerini ve hatta zevksizliklerini de içeren ve bunu bir yaşam biçimi ve biçemi içine sığdıran koca bir alandır. İşte bu kocaman alan içinde edebiyatı, sanatı, estetiği, estetiksizliği, kalabalığı, iğrençliği ve şiddeti görürüz; onları algılar ve tanımlamaya çalışırız. Hayatın içinde ancak böyle var olmaya çabalarız.
Peki, zor zamanlarda nasıl bir var oluş sergileriz? Nedir zor zaman? Neler yaşarız ki, onlar bizim için zamanı zor yapar?
Yokluğu, ölümü, kaybı, savaşı, terk edilmeyi, ötekileştirmeyi, göçü ve tacizi görür ve yaşarız.
Yokluk, ölüm, kayıp…
Asıl yokluk, yoksunluğun getirdiğidir. Sizi gerçekten tanımlayacak, var edecek, bütünleştirecek, ayakta durmanızı ya da uçmanızı sağlayacak; hele ki bir çocuksanız, sırtınızı dayayabileceğiniz bir varlığın yokluğu çok önemlidir. İşte buna yoksunluk denir.
Varlığı, daha doğrusu varsıllığı ararken, varlığını henüz anlamlandıramadığımız şeylerin −ya da öznelerin− yok olma sürecini yaşarken, sanki doğalmış, sanki hep varmış ve var olacakmış gibi algıladığımız, alımladığımız o şeyler −aslında özneler− kayıp giderler ve ardından el salladığımızda bile gidişlerini anlamayız, kavramayız. Gitmiştir. Ve onu arayıp bulamadığımız zaman fark ederiz. Kavrarız. İşte o zaman gerçek arayış başlar. Aramak, yeniden anlamak demektir…
Ya ölüm? Ölüm, aslında hayatın doğasında olan bir şeydir. Wolf Erlbruch’un Ördek, Ölüm ve Lale’sinde¹ Ördek, arkasından birinin geldiğini anlar, dönüp bakar ve önce, “Sen kimsin?” diye sorar. Gelen, “Ben Azrail’im,” diye yanıtlar. Bunun üzerine Ördek, “Beni almaya mı geldin?” diye sorar. Ölüm, “Hayır, ben zaten doğduğundan beri seninle beraberim,” der. Ölüm bizim gerçeğimizdir…
Ölüm, aslında sevdiğimiz birinden yoksun kalmaktır, ondan kopmaktır. Alman çocuk edebiyatının ustalarından Peter Härtling’in Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan, çevirirken beni büyüleyen Büyükbaba Taşınıyor² isimli kitabı, ölüm gerçeğiyle uzlaşmayı betimler. Büyükbabanın −İhtiyar John− ölümünü anlatırken hüznün, yokluğa hazırlanmanın, kabullenmenin, reddetmenin, buna karşın yine de anlamaya çalışmanın, uyumsuzluğun labirentlerinde dolaşırsınız.
Kaybetme duygusu ise, yine sevdiklerimizden ya da en değerli olan şeylerden uzak kaldığımız, onların elimizden kopup gitmesi gibi durumlarda geçerlidir. Savaş hep vardı, kaos da. Hiç eksik oldu mu ki? Oysa sevgi de vardı. Kimin umurunda oldu ki!
Edebiyat, eczanedeki ilaç mı?
Ötekileşme ya da ötekileştirme, sosyal hayatta birey olarak, kendi gerçekliğimiz içinde başkaları tarafından ne kadar algılanıyoruz, ne kadar tanımlanıyor ve kabul görüyoruz meselesidir ve bu anlamda önem arz eder. Kendi gerçekliğimiz içinde algılandığımızı ve kabul gördüğümüzü deneyimlemezsek ve bunu duyumsamazsak, kendimizi hep öteki olarak hissederiz. Şayet biz ötekiysek, o durum ve zaman içinde, karşımızdaki de ötekileşmeye başlar. Birbirimiz arasında kocaman duvarlar örülmüştür. Duvarın üstünden karşı tarafa seslenmeye ya da o taraftan gelen sesi duymaya çalışırız. Duyabilir miyiz?
Bütün bunlarla baş etmeye çabalarken, edebiyat yaşamı kolaylaştırır mı? Edebiyat sorun çözer mi? Edebiyat, ne sizi iyileştirecek bir ilaçtır, ne de bir yol gösterici. Edebiyat, baş ağrınızı, gribinizi, bunalımlarınızı sağaltmaz. Edebiyat size önderlik etmez, yol göstermez. O bir führer (önder) değildir ve olma iddiası yoktur, olmamalıdır da. Edebiyatı seçimlerle haplaştırmak, onu, bazılarının kendi halisane niyetlerine araç yapan işgüzarlıklara yol açar. En azından sakıncalıdır. Edebiyat tanıklıktır, öngörüdür, düştür, yaratıdır. Yorum ve sorgu yeteneğinden yoksun olan, edebiyatı düz bir yol sanıp üzerinden kayar gider.
Oysa yürümekle, yorumlamak, görmek, duymak, fark etmek, kavramak, anlamlandırmak, yolcunun algı evreninde yoksa, okumak neye yarar ki?
Anlatmış olandan dinlemek
Nedir o zaman edebiyat? Neden edebiyatı tartışırız? Edebiyat, dildir, iletişimdir. Bizim anlatmak istediklerimizi, anlatmış olandan dinlemektir. Arayıp bulmak istediklerimizi keşfettiğimiz ve yaşadığımız bir alandır. Dille başlar edebiyat. Dile gereksinim duyar. Diliniz varsa, bir şeyler anlatabilmek için dilselleştirmeniz gerekir. Dilselleştiremiyorsanız, yine dilin bir anlamı yoktur. Böyle bir beceri yoksa, anlatım gerçekleşmez.
Anlatımı gerçekleştirmek için, içeriği ve söylemi olan bir metne ve metinselleştirmeye gereksinim vardır. Diliniz var, dilselleştiriyorsunuz, ama metin yoksa, yine anlamı yoktur. Tüm bunların kendi içinde bir bütünlük taşıması gerekir. İşte o zaman bir şey söylemiş, bir şeyler anlatmış olursunuz. Böylece iletişim kurulmuş olur. Ama bu iletişimi kendi içinde, derinlikli yan anlamlarıyla beraber, estetik bir kurguyla anlatabilmişseniz, işte o durumda edebiyatı gerçekleştirmiş olursunuz.
Edebiyatın amacı, salt iletişmek değildir. Biri bir hikâye anlatır, diğeri dinler ya da okur; biri bir şey gösterir, diğeri izler. Bu süreçte edebiyattan ve iletişimden söz edemeyiz. Anlatıcı ile anlam çıkarmaya çalışan dinleyici ya da okur arasındaki ilişki çok önemlidir. Anlam çıkarma, yan anlamları bulma ve metinde yeni keşiflerde bulunma, ancak ve ancak edebiyatla ve yorumbilimsel bir yaklaşımla gerçekleşir.
Zor zamanların en sorunlu alanı iletişimdir. İletişimin olmadığı yerde gerilim, gerilimin arttığı süreçte bunalım; bunalımın yoğunlaşması sonucu ise kaos ortaya çıkar. Edebiyat, bu dönemlerde −eğer kendini sağlıklı gerçekleştirebilmişse− anlamayı kolaylaştıran ve bunu gerçekleştirebilen önemli bir köprüdür.
Bugünü dünde bulmak
Zor zamanlarda edebiyata duyduğumuz ihtiyacı anlamak çok önemli. İnsanoğlu, başlangıçta ifade ettiğim sıkıntı, kaygı, korku ve umut gibi duygularını tarihsel süreçteki her dönemde bir metne yüklemesini bilmiştir. Bunu en iyi örnekleyen ilk metinler ise, masallar, destanlar ve mitlerdir.
Masallar, insanı olduğu gibi, ama imgeleri özenle kullanarak anlatır. Mitolojiye bakarsak, (örneğin İlyada ve Odysseia) insanın kendi gerçekliğini keşfetmesi için yaratılan kaosun aşılmasının tanıklığıdır. Bu destanlarla okur olarak bile, belalı bir yolcuğun yoldaşlığını yaşarız.
İnsanlık, var oluşundan bu yana, bunları anlatmak ve anlatılanı anlamak için hep çabalamış ve bunu metinleştirme kaygısıyla davranmıştır.
Edebiyat bugün müdür?
Edebiyat bize bugünü anlatmaz, dünü anlatır; biz dünde anlatılanı bugün tartışırız. Edebiyatın bu özelliğini hiç unutmamak gerekir. Dünde anlatılanı bugün tartışırken, bugünü de dünde bulmaya çalışırız ki, asıl belirleyici ve yönlendirici olan yanı budur.
Bu bağlamda, altını çizmek gereken diğer konu da, günün tanıklığını yaparken, içerden anlatmamızdır. Bu, aynı zamanda öznelliğin yansımasıdır. Bugünü anlatıyorsak, yaşanmakta olandır anlatılan. “An”dır. Dünü anlatmaksa önemli bir gözlem ve birikim gerektirir. Ayrıca, eğer dünü anlatıyorsak, nasıl anlatırsak anlatalım, daha az öznel bir metin çıkar ortaya.
Asıl önemlisi, bu süreçte hem dönemin hem de sosyo-psikolojik durumun yeniden tanıklığını yaparız. Bunlar karşılaştırmalı olarak, bugünü anlamayı getirir. Bizler bugünü anlamaya ve anlatmaya çalışırken, özellikle bir şeyi kurgulamaya çalışırız: gelecek.
Distopyalar “çok satan” listelerinde.
Gelecek, iki farklı kimlik ya da görüntüyle çıkar karşımıza: ütopya ve distopya. Ütopya hayaller ülkesi iken, distopya kargaşa ve kaosu temsil eder. Her ikisi de kurgulama sürecinde, farklı metinselliklere gereksinim duyar. Ancak neresinden bakarsanız bakın, hayatı anlamaya çalışırken gözden uzak tutamayacağımız iki metin türüdür ve bu anlamlandırma sürecinde sorgulama, anlama ve kavrama kültürünü geliştirici olandır.
Bu anlamda, güncel bir örnek vermek gerekirse; Donald Trump başkan seçildikten sonra üç ünlü distopya eseri, Fahrenheit 451, Cesur Yeni Dünya ve 1984, ABD’de çok satanlar listesinde üst sıralara tırmanmıştır. Aslında bu görüntü, toplumun bilinçaltında, geleceksizlik kaygısının dışavurumunun önemli yansımalarından biri; belki de geleceği keşfetmenin çabasıdır.
Ütopya dediğimizde ise zor zamanlardaki en iyi anlatı örneklerinden biri olarak, Roberto Benigni’nin yönettiği 1997 yapımı İtalyan filmi, Hayat Güzeldir’den söz edebiliriz. Bir babanın, 2. Dünya Savaşı’nın acımasız ortamında, çocuğuna bir ütopya kurmasının çok önemli bir tanıklığıdır bu film.
“Aslolan gideceğiniz yer değil, yapacağınız yolculuktur,” der bir Japon atasözü; işte bu yolculukta bize eşlik edecek en sadık yol arkadaşı da edebiyattır. Onu yitirmemek gerekir.
1 Ördek, Ölüm ve Lale : Wolf Erlbruch, Çev: Bahar Siber, İletişim Yayınları, İstanbul 2009.
2 Büyükbaba Taşınıyor : Peter Härtling, Çev: Necdet Neydim, Günışığı Kitaplığı, İstanbul 2008.