Okuyarak Yaşamak: Bellek ve Edebiyat
Ülkemizin psikoloji alanındaki önemli uzmanlarından, Koç Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Sami Gülgöz, yaşamsal bir üçgen olarak edebiyat, okumak ve bellek arasındaki etkileşime ilişkin özgün görüşlerini paylaşıyor.
Kitapların yaşam ve hafızayla olan ilişkisinden söz etmek istiyorum. Ancak ilk aşamada, kitabın nereden çıktığı sorusunu sormakta yarar var.
Kültürel bir aktarım aracı olarak “hafıza”!
İnsan hafızası ne işe yarıyor? Yazının ya da kitabın olmadığı çok eski zamanlara gidilirse, hafızanın nesilden nesile, insandan insana aktarım görevini yerine getiren bir araç olduğunu görebiliriz. İnsan hafızası, bilgiyi, tecrübeyi, bütün edinimleri bir şekilde kodlayarak başkalarına aktarabiliyordu. Bu aktarım çok önemliydi, çünkü kültürel aktarım, toplumların, becerilerimizin ve anlayışlarımızın gelişmesine yardımcı olan bir sistemdi.
İnsanlar zaman içinde bu hafızanın yetersizliklerini fark ederek hafızada bilgileri daha kolay korumaya ve aktarmaya yarayacak yöntemler geliştirdiler. Bunlardan biri, anlatıların, hikâyelerin, efsanelerin oluşturulmasıydı. Böylece bilgiler, bu anlatılar sayesinde bir sonraki kuşağa daha kalıcı biçimde taşınabiliyordu. Anlatılar daha kalıcı, çünkü hikâyeler bağlantılı yapıları sayesinde sade bir biçimde aktarılan bilgiden daha akılda kalıcı unsurlara sahip. İnsan bir hikâyeyi daha kolay hatırlıyor.
Hikâyelerin peşi sıra efsanelerin, türküler ve şarkılar haline getirilmesi gibi başka bir versiyonu ortaya çıktı. Türkülerin, hikâyelerden daha kolay hatırlandığı fark edildi, çünkü kafiye ya da ritimle desteklendiğinde daha güçlü bir hafıza mekanizması oluşuyordu. Bugün bile şarkıları şiirlerden, şiirleri düzyazıdan, hikâyeleri de hikâyesi olmayan bilgilerden daha iyi hatırlıyoruz.
İnsan hafızasının, bu örneklerde görüldüğü üzere, hem yetersizlikleri hem de ilginç özellikleri var. Yetersizlik, aynı anda hafızada tutabileceğimiz bilgi miktarının sınırlı olmasıyla ilgili. İnsan yetersizlik noktasında, hafızasını bir başka araca yükleme yöntemlerini geliştirdi. Taşlara çizimler yaptı, duvarlara yazılar yazdı, mumdan tabletler geliştirdi, kili kullanmayı öğrendi. Kil, mumdan daha kalıcıydı. Kuruyunca daha uzun süre dayanabiliyordu. Bu böyle sürüp gitti, birçok aşamadan geçildi ve ortaya kâğıt çıktı.
Kâğıttan buluta taşınan hafıza…
Kâğıdın icadıyla olayın rengi değişti. Çünkü çok daha kullanışlı, yayılabilir ve kopyalanabilir bir sistem getirdi. O güne kadar akılda yer alan şeylerin kâğıda aktarımının ilk yaygınlaşma biçimi, insanların birbirlerinden kopyalamasıyla oldu. Bu kopyalar genellikle bire bir kopyalar değildi. Her kopyalayan, birtakım hatalar ya da yorumlar yapabiliyordu.
Ortaçağa geldiğimizde, matbaanın yaygınlaşmasıyla beraber Avrupa’da ciddi sayıda kitap basılabilmeye başlandı. Birdenbire, tek bir kişinin zihnindeki her şey, önce yüzlerce, sonra da binlerce insana kolayca ulaştırılabildi. Bu noktada, çağın rahiplerinden biri duruma isyan edip, “Bundan sonra her önüne gelen istediğini, istediği şekilde basabilecek ve dağıtabilecek! Bu çok tehlikeli bir şey!” demiş. Aslında endişesinde haksız da değil. Çünkü, her türlü yazının ve düşüncenin birdenbire kolayca dağılabilmesi fikri, gerçekten de ciddi tehlikeler yaratabilecek bir durumdu. Kilisenin düşüncelerine aykırı, hatta muhalif seslerin ortaya çıkması, kilise dogmalarının sarsılmasına zemin hazırladı. Bu sayede farklı dini yaklaşımlar ortaya çıktı, bilimsel düşünceler yayıldı. O güne kadar baskı altında kalmış düşüncelerin yayılması için bir fırsat doğdu ve nihayet aydınlanma çağına gidildi.
Kâğıdın icadıyla olayın rengi değişti. Çünkü çok daha kullanışlı, yayılabilir ve kopyalanabilir bir sistem getirdi. O güne kadar akılda yer alan şeylerin kâğıda aktarımının ilk yaygınlaşma biçimi, insanların birbirlerinden kopyalamasıyla oldu.
Aradan birkaç yüzyıl daha geçtikten sonra, zihnimizi doğrudan doğruya cihazlara aktarmaya başladık. Bilgisayarlarla devam eden bu aktarım bugün, bulut teknolojisi gibi tam yerinden emin olamadığımız depolara bilgi depolama sistemine dönüştü. Ortaçağdaki rahibin kaygısını düşündüğümüzde, bugün çok daha farklı bir noktadayız. İnternete erişimi olan herkes -ki bu dünya nüfusunun çoğunluğu demek- istediği düşünceyi, istediği biçimde kolayca paylaşabiliyor. Tehlike, güvenilmez ve dayanaksız fikirlerin çok sayıda insanın zihnine yerleşme olanağı bulmasıyla çok daha büyüdü. Örneğin, hiçbir tıbbi eğitimi bulunmayan ancak çok sayıda takipçisi olan bir dizi film oyuncusu, insanlara, uyduruk söylentilerin sonucu oluşan aşı karşıtı fikirlerini yayabiliyor.
Kitabın gelişiminde, o kitabın yayınevinden çıkması, yayın kurulunun ve editörlerin denetiminden geçmesi, içerik anlamında teyit edilebilir olması güzel bir sistemi beraberinde getirdi. Arada kötü ya da yanlış bilgiler içeren kitaplar da yayımlanıyor, ama kitaplarına güvendiğimiz yayınevleri var. Bu tarihsel yolculukta kitap, en güvenilir adreslerden biri oldu.
Okuryazarlık dünyasına giren çocuk…
İnternet çağında, her ne kadar demokratik bir ortam gibi görünse de herkesin doğru ya da yanlış her şeyi yazabildiği bir ortamda, sorgulayıcı ve eleştirel bakış açısına her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Özellikle de çocukların ve gençlerin bu eleştirel bakış açısını kazanmaları büyük önem taşıyor. Kitap okurluğu da burada devreye giriyor.
Okuryazarlık dünyasına girişte, psikolojinin bize gösterdiği bazı bulgular var. Okuryazarlık dünyasına giren çocuk, dünyayı artık farklı bir noktadan, kitapların dünyasından algılamaya başlıyor. Bir kitabı okumak, o kitabın konusuyla ilgili yazılmış başka kaynakların, yazarının temsil ettiği hayat görüşünün ve daha pek çok şeyin harmanlanmasıyla ortaya çıkan bir düşünce dünyasına da girmek demek.
Okuryazarlığın edinilmesiyle hatırlama mekanizmaları giderek perçinleniyor. Çocuk daha iyi hatırlayan, daha iyi düşünen bir çocuk oluyor. Çocuk dünyaya baktığında, artık pasif bir algı söz konusu değil. Gördüğü şey, o güne kadar var olan tüm bilgileriyle, hafızasına yerleşmiş bilgileriyle oluşan bir algının ürünü.
Bu bilginin kaynağı elbette sadece kitaplar değil, ama kitapların, edebiyatın çok ciddi katkısı var. Kitaplar aracılığıyla başka insanların hayatlarını yaşamış kadar oluyoruz. Bireysel tecrübemizin ötesine geçip başka hayatları da tecrübe etmiş oluyoruz.
Edebiyat, başka hayatları yaşatabilir!
Eskiden büyüklerimiz bize kendi tecrübelerini aktarıp hayatlarımızı yönlendirmemize nasıl yardımcı oldularsa, biz de kitaplar sayesinde birkaç farklı hayatı, birkaç kez yaşıyoruz. Bu noktadan geleceğe bakıldığında, kitapların sadece geçmiş tecrübesinden faydalanmıyoruz. Bize verdiği olasılıklar dünyası içinde, bugüne kadar yaşamadığımız deneyimlerle ilgili bile olsa bir tahmin şansına sahip oluyoruz. Bir kitabın içindeki karakterin gözünden o deneyimi yaşayabiliyoruz.
Edebiyat bize başka hayatları, başkalarının hayatlarını yaşatabildiği gibi, geleceği öngörmemizi de sağlayabilir. Bu da, endişe dolu bir dünyada bizi bir nebze rahatlatabilir. Endişe, belirsizliğin yol açtığı bir şeydir. Kitapların dünyası, belirsizliği ve buna bağlı oluşan endişeyi azaltabilir.
Bir kitabı okurken okuma hızımı, duygularımı, ne zaman bir kenara bırakıp ne zaman devam edeceğimi, birkaç sayfa öncesi ya da sonrasında duygularımla nasıl baş edeceğimi kontrol edebilirim. Zihinsel ve duygusal anlamda belirli bir mesafede tutabilirim kitabı. Bir filmin beni içine alışındaki pasif ve edilgen halimden farklı olarak kitapla kurduğum ilişkiyi ben yönetebilirim. Daha rahat sindirebilirim.
Araştırmalara baktığımızda, edebiyatın çocukların dil ve anlatı becerilerine ciddi anlamda katkısı olduğunu görüyoruz. Edebiyat okuyan çocuklar çok daha iyi konuşuyor, yazıyor ve anlıyorlar. Hikâyeleri iyi anlıyorlar. Hikâye anlamak, hafızamızın üzerine kurulu olduğu yapının güçlü olması demek. Geçmişimizdeki olayları anlatırken bir hikâye gibi anlatıyoruz. Hikâye yapısını edinen çocuk kendi geçmişini hatırlayabilmeye ve bunun üzerine konuşabilmeye başlıyor. Kendi hayatını da hikâyeler ve olaylar örüntüsüne sokabiliyor, bu şekilde aktarabiliyor. Hafızasını aktif olarak kullanabiliyor ve geliştiriyor.
Çocuk dünyaya baktığında, artık pasif bir algı söz konusu değil. Gördüğü şey, o güne kadar var olan tüm bilgileriyle, hafızasına yerleşmiş bilgileriyle oluşan bir algının ürünü.
Çocuğun kendi kitabını seçebilmesi…
Kitap okurken, kitaplar üzerinden kendimin farkına varıyorum, kendimi anlıyor ve araştırıyorum. Çocuklar, edebiyat sayesinde farklı duyguları keşfetmekle kalmıyor, kendi duygularını da anlayabiliyor.
Çocuklar kitap okurken tek başlarına okuyorlar, sosyal ilişkiler kurmuyorlar sanıyoruz, ama gerçekte durum öyle değil. Metinle ve karakterlerle kurulan ilişki, metnin içindeki sosyal ilişkiler, çocukların sosyal becerilerine de etki ediyor. Kendi kurduğu ilişkileri gözden geçirmesine neden oluyor. Başka insanların varlığını, kişiliklerin farklılığını görüyor. Başkalarının nasıl düşündüğünü, farklı koşullarda nasıl düşünebileceğini anlamaya başlıyorlar.
Böylece, başkalarının duygularını anlama, kendilerini başkalarının yerine koyabilme becerileri gelişiyor. Bu, gündelik yaşamda bize çok katkısı olan bir empati becerisine dönüşüyor. Kendi gerçekliğimiz dışında da gerçeklikler olduğunu, insanların dünyayı çok farklı yorumlayabileceğini görüyoruz. Tüm bunlar, çocuklarda önemli kişilik gelişimlerini beraberinde getiriyor.
İnsanlar çoğu zaman, “Kitapları kim, nasıl seçmeli?” diye soruyor. Sırf buraya kadar anlattığım nedenlerden dolayı bile, kitapları çocuklar seçmeli. Çünkü kitabını seçen çocuk, o günkü meseleleri, kendine sorun olan konuları, ruh halini bu seçimiyle gösteriyor. Kafasındaki meselelere, çözümleyemediği sorunlara destek olabilecek şeylerin peşinde koşuyor.
Çocuğun kendi kitabını seçebilmesi, ona sağlanan bir özgürlük alanıdır. Kendi çözümleri ve kararları için bir özgürlük alanı. Kitaplar sayesinde çocuklarımızın daha özgür düşünebilme ve kendi yaşayış biçimlerini seçebilme şansları olabiliyor.