“Sonraki kuşaklar hikâyelerimizi, şiirlerimizi söyleyecek, yeryüzünü sahiplenecekler!”
Usta oyuncu, yazar ve senarist Ercan Kesal, hekimlikten sinemaya ve kitapların dünyasına uzanan sanat yolculuğundan süzdüğü deneyimiyle ve özgün yorumlarıyla eğitimcilere sesleniyor.
Bir tıp doktoru olmama rağmen sinema ve edebiyattan kopmadan, her seferinde kendim için yeni bir hikâye kurma yolculuğuna başlamamı sağlayan, babam ya da babamın bana aldığı ilk kitaptır diye düşünürüm hep.
Kütüphaneyi görmek, cennete düşmek…
Ben Kapadokya’da küçük bir kasabada, Avanos’ta doğdum. Önce çiftçilik sonra gazozculuk yapan, dört çocuklu bir ailenin en küçüğüydüm. İlk, orta ve liseyi orada okudum. Galiba ortaokul yıllarıydı; mütevazı iki üç raftan oluşan bir kitaplığım vardı ve onu kitaplarla doldurmaya heves ediyordum. Babamdan bir kitap istemiştim. Kayseri’den şeker almaya gittiğinde, elinde bir kitapla döndü. O kitap, Ivo Andrić’in Drina Köprüsü adlı romanıydı.
Aradan geçen 40 yılı kitaplarla nasıl doldurduysam, o ilk kitabı şimdi çok daha iyi yorumlayıp anlayabiliyorum. 2010’da Bir Zamanlar Anadolu’da filminin yönetmeni Nuri Bilge Ceylan’la birlikte Küstendorf Film Festivali’ne (Sırbistan) davet edildik. Emir Kusturica’nın ev sahipliğinde, iyi sinemacılarla çok güzel bir 10 gün geçirdik orada. Son gün Belgrad’daki havaalanına giderken, Kusturica bize birer kitap hediye etti. Heyecanla açtım baktım; Drina Köprüsü’nün İngilizce baskısıydı. Babamın 40 yıl önce aldığı Türkçe baskının yanına iliştirdim onu. İlkokul mezunu çiftçi bir baba, oğlunun 40 yıl sonra nerede olacağını nasıl öngörmüştü? Yolculuğumu gerçekten öngörmüş olabilir miydi?
Sanıyorum, hayatımdaki temel belirleyici hep kitaptı. Çocukluk, lise, üniversite ve sonraki yıllarımda, bir sonraki önemli dönüşümü belirleyen hep kitaplar oldu. Hayatımdaki dönüşümlerin hepsi edebiyatla gerçekleşti. Bu nedenle, benim için her şeyin başlangıcında Avanos Halk Kütüphanesi olduğunu düşünüyorum. İlkokul 3. sınıfta öğretmenimiz hepimizi oraya götürmüştü. Kütüphaneyi ilk gördüğüm an, adeta cennete düşmüştüm.
Yol göstericim kitaplardı, edebiyattı…
Kitaplarla tanışınca şunu fark etmiştim: Bize gerçeklik diye sunulan bu dünyanın dışında bambaşka bir şey daha var, onu da edebiyat bağışlıyor. Edebiyat beni, “Bu dünyanın dışında başka bir dünyayı daha hayal edebilirim, üstelik o dünya gerçekten daha gerçek olabilir. O gerçeklikten kendimi yeniden inşa edebilirim,” duygusuyla tanıştırdı. Avanos’ta çiftçi bir ailenin en küçüğü olarak doğmak benim tercihim değildi belki, ama ondan sonraki tercihlerimi, kimliğimi kendi irademle oluşturabilmemde tek kılavuzum, yol göstericim kitaplardı, edebiyattı.
Edebiyat beni, “Bu dünyanın dışında başka bir dünyayı daha hayal edebilirim, üstelik o dünya gerçekten daha gerçek olabilir. O gerçeklikten kendimi yeniden inşa edebilirim,” duygusuyla tanıştırdı.
Bugün her şeyin çok hazır sunulduğu bir yaşam biçimindeyiz. Çocukluk yıllarımın geçtiği coğrafyanın en baskın duygularından biri yoksunluktu. Yoksunluk, en güçlü motivasyonlardan biri olabiliyor. Avanos’un ortasından Kızılırmak Nehri geçer. Bizler çok erken yaşta yüzmekle mükelleftik, yüzmeyi erken öğrenirdik. Ama profesyonel yollarla değil. Abilerimiz bizi ırmağın “hallak” diye tabir edilen en çalkantılı ve derin yerine fırlatırlardı. Epeyce su yutup çırpınarak, kendi kendimize yüzmeyi öğrenirdik.
Tekniği oldukça kusurlu, yoksunluğun ve zorlanmanın getirdiği bu öğrenme biçimi, gelecekteki birçok şey için belirleyiciydi. Bunu yıllar sonra, Çek atlet Emil Zátopek’in hayatını anlatan bir romanı okuduğumda fark etmiştim. Profesyonel bir koşucu olmayan Zátopek de, tekniksiz, “kirli” bir stile sahip olduğu halde olimpiyat tarihinin en önemli uzun mesafe atletlerinden biri olmuştur. Kendi alanındaki rekorları hâlâ kırılabilmiş değildir.
Halı tezgâhında dokunan hikâyeler…
Annem ilkokul mezunu bile değildi, okuma yazması yoktu. Ama tanıdığım, bildiğim, şu yaşıma kadar gördüğüm en bilge kadındı. Halı dokurdu. Komşular birbirlerine imeceye giderler, 10 gün boyunca birinin evinde halı dokunur, sonra diğer eve geçilirdi. Istar denen halı dokuma tezgâhları her evin girişinde dururdu. Annem ve komşular sabah erken saatlerde bir tezgâhın başına geçer halı dokurlardı. Ben de onlara kitap okuyarak eşlik ederdim. Ömer Seyfettin, Reşat Nuri Güntekin, elimde ne varsa onu okurdum.
Giderek hikâyeler bitmeye başladı, ben de bazı hikâyeleri değiştirerek yeniden anlatmaya başladım. Bunlardan biri Mısır firavunu Tutankhamun’un ölümü üzerineydi. Genç yaşta ölen Tutankhamun’un dul kalan karısı çocuksuzdur. Kadın, dönemin Hitit kralı Şuppiluliuma’ya bir mektup yazar ve oğullarından birini kendisine eş olarak göndermesini ister. Yani Hitit kralının oğlu, Mısır kralı olacaktır. Kral oğullardan birini gönderir, ama oğul yolda öldürülür…
Tabii ben hikâyeyi bu isimlerle anlatmıyordum. İsimleri değiştirip olayları bir parça eğip bükerek günümüze uyduruyordum. Ortaya Kerem ile Aslı’yı aratmayacak lezzette hikâyeler çıkıyordu. Bunu yaparken, aslında hikâye anlatmanın, bir hikâye kurmanın, bir şeyi yeniden icat etmekten başka bir şey olmadığını fark etmiştim. Gerçekliği yeniden inşa etmek gibiydi yaptığım.
Liseyi Avanos’ta bitirince, önce Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde, sonra bir süre Ege Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nde okuyup Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldum. Kütüphane, kitaplar ve yazı hep hayatımdaydı. Şiir, deneme, öykü başta olmak üzere sürekli yazıyordum. Özellikle mezuniyet yılımda, yazmaya hevesli bir üniversiteli için çok verimli bir ortamdaydım. Çünkü tıp fakültesinde her gün yüzlerce hayat hikâyesiyle karşılaşıyor, onları dinliyor, gözlemliyor ve kaydediyordum.
Taşralı bir çocuk olarak başladığım bu yolculuk, taşrada bir hekim olarak devam etti. O insanların hikâyelerinin “sır kâtibi” oldum. Hastalardan duyduğum bazı hikâyeleri günce halinde yazıyordum. 1984 yılında, o zamanlar Ankara’ya, şimdilerde Kırıkkale’ye bağlı bir ilçe olan Keskin’de görev yapıyordum. Orada hekim olarak bizzat yaşadığım bir hikâyenin notları, 25 yıl sonra Bir Zamanlar Anadolu’da (2011, Nuri Bilge Ceylan) filminin senaryosuna mesnet teşkil etti. 25 yıl önce yaşanmış bir olayı yıllar sonra yeniden, bir kez daha icat ettim. Bana bu yolu edebiyat açtı.
“Sinemadan çıkan insan” etkisi…
Sinemaya 2008’de İstanbul’da, senarist kimliğimle girdim. Aradaki yıllar mecburi hizmette ve sağlık sektöründe geçti, ama yazmaya, okumaya hep devam ettim. 2008’de, bir başka Nuri Bilge Ceylan filmi olan Üç Maymun’un senaristlerinden biriydim. Edebiyatçı kimliğim olmasaydı, kitaplarla böylesine yoğun bir ilişkim olmasaydı, sinema hiç olmazdı, sinemayı yaşayamazdım.
Benim bütün sinema deneyimlerim, oyunculuğum, senaristliğim ve yönetmenliğim edebiyattan kaynaklanır. Bütün bunlara edebiyat sebep olmuştur. Çünkü zaten biz de sinemada edebiyatın yapabildiğini sürdürüyorduk. İyi edebiyat, bilince yöneliyor; değişimi, değişim isteğini tetikliyor.
Sinemada da, tıpkı edebiyatta olduğu gibi duyguları yakalamaya çalışıyoruz, akıl vermeye ya da didaktik biçimde bir şeyler anlatmaya çalışmıyoruz. İnsanların duygularını harekete geçirip sinemadan değişmiş olarak çıkmalarını sağlıyoruz. Bir kitabı bitirdiğinizde nasıl bir başkası oluyorsanız, sinema salonundan çıktığınızda da başka biri olursunuz. Biz bu durumu, “sinemadan çıkan insan” diye tarif ederiz.
Ben sinemanın atına bindim, onu kendim koşturuyorum belki. Ama her seferinde atı asıl koşturanın, ona asıl komuta edenin edebiyat olduğunu da biliyorum.
Oyunculukta, oynadığım karakterlerin modern edebiyatta bir karşılığı var. Her sete çıkışımda okuduğum kitapları aklıma getiririm. Polonyalı yönetmen Krzysztof Kieślowski gelir aklıma. Ona, etkilendiği yönetmenleri sorduklarında, “Shakespeare, Kafka, Dostoyevski…” diye cevap vermiş. Buna şaşırmıyorum, çünkü benim de etkilendiğim yönetmenler arasında Dostoyevski, Kafka, Tolstoy, Sabahattin Ali, Reşat Nuri Güntekin var. Onlardan etkileniyoruz, çünkü edebiyat besliyor.
Ben sinemanın atına bindim, onu kendim koşturuyorum belki. Ama her seferinde atı asıl koşturanın, ona asıl komuta edenin edebiyat olduğunu da biliyorum. Edebiyat bana hikâyelere vâkıf olma, onları dinleme, okuma ve biriktirme gücünü, şansını verdi.
Bir Zamanlar Anadolu’da’daki muhtar sahnesiyle ilgili bir kamera arkası bilgisini aktarayım. Orada çok iyi tanıdığım bir karakteri canlandırdım. O kasabanın 72 köyünün muhtar evlerinde konuk olduğum için, uzun yıllardır iyi bildiğim bir karakterdi. Sahnedeki diyaloglarda geçen gerçek hikâye, Okmeydanı’nda hekimlik yaptığım yıllarda, köy derneklerine gidip geldikçe dinlediğim, tanık olduğum bir “morg yaptırma” hikâyesiydi. Ben o hikâyeyi alıp, Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki muhtarın morg yaptırma derdi olarak uyarlamıştım.
Oblomov’un Yavuz’a hediyesi…
Mahmut Fazıl Coşkun’un yönetmenliğini yaptığı Yozgat Blues (2013) filmini seyredenler hatırlayacaktır. Filmde şarkıcı Yavuz karakterini oynamıştım. Profesyonel oyuncu olmadığım için fazla bir tekniğe vâkıf değildim, ama edebiyatçı kimliğim bana yol gösterdi yine ve, “Bu Yavuz karakteri, Gonçarov’un Oblomov’undan başka kimse değil,” dedi. İyi ki Oblomov’u okumuşum! Karaktere hazırlanırken kitabı tekrar okudum. Set boyunca beni en çok besleyen, oyunculuğumu tarif eden, yön veren de Oblomov oldu.
Psikoloji ve antropoloji alanındaki yüksek lisans ve doktora tezlerim için yaptığım okumaların da sinema verimimde büyük katkısı var. Yaşadıklarım oyunculuğumu, oyunculuğum edebiyatımı, hikâye anlatma biçimimi, kelimelerimi; bütün birikimimse sette ürettiklerimize doğru düzgün katkıda bulunmamı sağladı.
Edebiyatın hayatımdaki önemi büyük. Edebiyat bizi bu dünyadan, bu zamandan geçici olarak alıyor, çekip çıkarıyor ve daha iyi bir biçimde, iyileştirerek geri gönderiyor. Edebiyat iyileştiriyor, çünkü tahammül gücümüzü ve cesaretimizi artırıyor. Başkalarının varlığından haberdar oluyor, yalnız olmadığımızı anlıyoruz.
Belki de bu yüzden, yazdıklarımız da çoğalmakla ilgili, başkalarıyla buluşmakla ilgili bir derdin sonucu ortaya çıkıyor. Yazdığımız şeyler, hiç tanımadığımız insanlara mektup göndermek gibi, yazıyoruz ve yazdıklarımızı gezegene fırlatıyoruz. Bu sayede hiç tanımadığımız insanlarla ruh kardeşliği kurmaya çalışıyoruz. Edebiyat çok işe yarıyor; başımıza gelenlerin, yaşadıklarımızın, yaşadıklarımızdan çıkarsamaların şiir, hikâye ya da roman olmuş hali olarak karşımıza çıkıyor.
Biliyorum, bizden sonraki kuşaklar, çocuklarımız, bizim şiirlerimizden, hikâyelerimizden şarkılar söyleyecekler. Şarkılarımızdan, şiirlerimizden, kelimelerimizden umut büyütecekler; dünyanın bir parçası olduklarını hissedecek, cesaret bulacak, yeryüzünü sahiplenecekler.