Yazarın Dilinden Hayata İlham Katan Anlar
Edebiyatımızın her yaştan okura seslenebilen çok ödüllü şair ve yazarlarından Çiğdem Sezer, çocukların ve gençlerin edebi kurgularla ve karakterlerle kurdukları empati, sorumluluk ve estetik haz ilişkisini ele alıyor. Edebiyatla hayat arasındaki derin etkileşimi, engin yazarlık deneyimiyle aktarıyor.
Yetişme sürecimde hiç kimse bana, “Kitap en iyi arkadaştır,” demedi. Bu gerçeğe yürek yordamıyla ulaştım. Belki de bu yüzden kıymetini iyi bildim, biliyorum.
Kitap, hem gerçek hayat gibiydi hem de değildi. Nerede bırakırsam orada beni bekliyor ve hiç terk etmiyordu.
Bazen, kahramanlarının bana hiç benzemediğini hissediyor, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu düşünüyor ama yine de okuyordum. Bazen çok sıkıcı, renksiz oluyor, bazen de fazla hayalci kalıyordu. Aman canım, ben de hiçbir şey beğenmiyordum!
Canlı bir varlık gibi kucaklanabilecek kitaplar!
Sanırım bu nedenle edebiyata şiirle başladım ve şiiri hep baş tacı ettim. Çünkü şiirde “kesinlik” gerekmiyordu. Oysa hayatta hep bir şeyler “kesin”di ve kitaplar da çoğu zaman, hayat gibi kesin sonlar getirip bırakıyordu önüme. Bütün bu sürecin beni ben yapan harika deneyimlerden oluştuğunu on yıllar sonra, çocuklar ve gençler için yazarken anladım. Bütün o olumlu olumsuz duygular, bugünkü kişi olmamı sağlamıştı.
En güzeli de tüm o çocukluk, gençlik okumalarımdan edindiğim deneyimle kendi kitaplarımı nasıl yazacağımı kestirebiliyordum. Kesin olmak zorunda değillerdi, fazla hayalci ya da sıkıcı olmaları gerekmiyordu. Üstelik, bütün bu sorunların üstesinden gelebilmiş olağanüstü kitaplar da vardı. İşte o zaman, kitap seçiminin hassasiyeti üzerine yeniden düşündüm. Öyle bir kitap olmalıydı ki, çocuk ya da genç onu canlı bir varlık gibi kucaklayabilmeliydi. Onun bir kurmaca olduğunu bile bile, gerçek hayatla ilgisini kurabilmeliydi.
Okur, kitabımın kahramanlarıyla empati kurabilmeli, konuyu içselleştirebilmeliydi. Hangi ekonomik ya da sosyal gruptan olursa olsun, sahici aktarılmış bir öykü, inandırıcı kurgulanmış bir karakter, okur tarafından kabul görüyor onunla empati kurulabiliyordu. Yalnızca çocuk ve genç için değil, eğitimci ve ebeveyn için de geçerliydi bu.
Öylesine, sıradan, yan evde ya da üst sokakta geçmiş gibi görünen bir öykü, birazdan sokağınızdan geçebilecekmiş gibi hissettiren bir kahraman, çocuk, kadın, anne, nine, baba… Yani sıradan kişiler ve durumlar; gündelik hayatta rastlayabileceğiniz, hatta kullanabileceğiniz ayrıntılar. İyi de, edebiyat sıradan bir şey olmaz mı o zaman? Elbette olmaz! Çünkü edebiyat, sıradan şeyleri estetik hazla donatma sanatıdır biraz da.
Üzüntü, sevinç, büyüme telaşı, gelecek kaygısı, aile ilişkileri vb… Bunlar, hemen her duvarın arkasında karşımıza çıkabilecek sıradan gerçeklerdir. Yazar, o sıradanlığı edebiyatın büyülü feneriyle aydınlatıp estetik bir zırha sokarak okura sunar. Okur, kelime kelime çözer o zırhı ve kitabın içindeki yaşama dahil olur.
İyi de tüm bunların başlıkla ilgisi ne? Hani o hayata ilham katan anlar var ya, işte o anlar, bu anlardır.
Hayatı sorgulayan masum felsefi sorular…
Yani sıradan kişiler ve durumlar; gündelik hayatta rastlayabileceğiniz, hatta kullanabileceğiniz ayrıntılar. İyi de, edebiyat sıradan bir şey olmaz mı o zaman? Elbette olmaz! Çünkü edebiyat, sıradan şeyleri estetik hazla donatma sanatıdır biraz da.
Büyüme telaşı içinde yaşadığım onca şey, dışarıdaki hayatın kesinliğinden, sınırlarından sıkıldığımda sığındığım kitaplar, minicik halimle yaptığım minik felsefi sorgulamalar… Bütün kızlar niye evcilik oynuyordu? Erkekler neden her zaman sokağa çıkabiliyordu da kızlar yalnızca bahçeye inebiliyordu? Kış geldiğinde yaprakları dökülen ağaçlar üşümüyor muydu? Okulun bahçesindeki şu çocuk neden diğerlerinden ayrı duruyordu? Fitnat Teyze ölmüştü; ben de mi ölecektim? O zaman, benim hayatım ne olacaktı? Biz sınıfta ders yaparken baloncu çocuk neden dışarda balon satıyordu; hangimiz yanlış taraftaydık? Kelimeler yan yana gelince cümle oluyordu; insanlar yan yana gelince de cümle olamazlar mıydı? Eğer öyleyse, benim cümlemde hangi kelimeler ya da kişiler olsa iyi olurdu? Şu bulutların ardında ne vardı acaba? Neden herkes oraya “uzak” diyordu? Uzak neydi?..
Ama benim kitaplarım vardı ve ben, bütün uzaklara o kitaplarla gidebiliyordum. İyi de, bazen gitmek istediğim yere götürmüyorlardı beni!
Bugünden dönüp baktığımda gördüğüm şu: Ben hayatı sorgulamaya o masum sorularla başlamışım. Şimdi aklıma geldikçe sıraladığım bu sorular, ya bir şiirimde ya bir romanımda yer bulmuş kendine. Sanırım ilk o zamanlar, bilinçli olmasa da kendi kelimelerimle kendi cümlelerimi kurup, kendi uzağımı yakın etmeye karar vermiştim. Bu nedenle, benim hayat ve edebiyat anlamında ilhamım en çok da o anlar, yaşantılardır.
Hayatın sıkıştırdığı zamanlarda, ipten değil ama kelimelerden merdiven yapıp “uzak”a gitmek olasıydı. Bulutlara salıncak kurmak, ufuk çizgisinin ötesini görebilmek, başka dünyaları, başka hayatları tanımak… Kitaplar bunun içindi ve eğer bir arkadaşlığa verilmesi gereken emeği onlara verirseniz, en iyi arkadaşınız olabiliyorlardı. Bir ip merdivenle tırmanmak nasıl emek istiyorsa, kelimelerin merdivenini kullanmak da aynı emeği istiyordu. Fiziksel değil, düşünsel bir emekti bu.
Değirmende öğütülen un taneleri gibi…
James Lloyd Carr, Taşrada Bir Ay (Türkçesi: Umay Öze, Jaguar Kitap, 1980) kitabında, insanın, zihninde dolaşıp duran anılara başvurduğunu ve bunları ulaşabileceği sona uygun şekilde kullandığını yazar ve ekler: “Hepsi, değirmende öğütülen un taneleridir.”
Bu düşünceye tüm kalbimle katılıyorum. Beyaz kanatlı ilham perilerine inanmadım hiç. Gerçek ilhamın hayatın ta kendisi olduğunu düşünürüm. İyi ama sıradan durum ve olaylar nasıl ilham kaynağı olabiliyor? Çünkü yazarın değirmeni, onca tahıl tanesini öğüterek olağanüstü kalitede una çevirebilir; unu yeniden yeniden yoğurup harika koku ve tatta ekmekler sunabilir bize.
Başka yazarlar için durum farklı olabilir elbette. Ne kadar yazar varsa, o kadar da yazma biçimi var kuşkusuz. Edebiyat biraz da bunun için biriciktir aslında. Benim için hayat edebiyattan, edebiyat da hayattan alır ilhamını. Çocukluğun olağanüstü deneyimleriyle bezeli bilinçaltı, güncel yaşamın rutini içinde bazen bir ses, renk, görüntü ya da kokuyla rastlaşır ve hafıza sandığının kapağı açılır. O kapaktan çıkagelen hatıra, mevcuttaki harekete geçirici güçle (ses, koku, renk, vb.) birleşir ve değirmende yan yana, döne döne öğütülerek yepyeni bir öyküye, şiire, romana varacak olan yola çıkarır yazarı.
Onlar mucizenin gerçekleştiği anlardır; hafıza sandığının kilidini açacak şifreyle karşılaşma ânı! Şifre, bazen sadece bir sezişten ibaret de olabilir. Sizi alıp on yıllar öncesine götüren bir hissediş. Denildiği gibi, zor olan unutmaktır, hatırlamak an işidir. İşte o an, mucizeyi ele geçirir gibi olduğunuz andır. Ne ki, yazım sürecinde bazen o “an”dan uzaklaşıp bambaşka yerlere varabilirsiniz. Çünkü güncel yaşamda olup bitenler sizi kuşatıp o ânı farklılaştırabilir. Yine de “ hayata ilham katan an” yaşanmış ve yazma yolculuğu başlamıştır artık. Yazının varacağı yer, bu ânın sezdirdiğinden farklı bir yer olsa da.
İyi de okur için anlamı nedir bunun? Yazarın bu coşkusu okura yansıyacak mıdır?
Gerçek hayat, imgeler ve duyguların sahiciliği…
Yatılı okuldaki öğretmenlik yıllarımda, tatil akşamlarına denk gelen nöbetlerimde, çoğu öğrenci kantinde eğlenirken yatakhane katlarını gezerdim. Ranzanın duvar yanına sığınmış, battaniyesini başına çekmiş, iç çekerek ağlayan bir öğrenci olurdu mutlaka. Bir akşam, öyle bir öğrencimin başını okşadığımda alev alev yandığını görmüştüm. Hastaneye götürdük, tedavisi yapıldı. Aradan on yıllar geçti. Bir gün ülkenin uzak bir kentinde, bir genç kadın ağlayarak gelip sarıldı boynuma. O gece başını okşadığım öğrencimmiş. Çocuğu evde hastaymış, ama benim o kentte olduğumu duyunca, yarım saatliğine de olsa gelip görmek istemiş. Eşine döndü, “İşte benim Çiğdem Öğretmenim!” dedi. Sonra bana döndü: “Hocam, biliyor musunuz, ben ateşler içinde yattığım o gece, başımı okşadığınızda sizi gerçekten annem sanmıştım.”
Saklı Bahar (ON8, 2017) adlı romanımda, yetiştirme yurdundan gelen kimsesiz Derman karakteri, bir “anne” imgesinden söz eder. Bu imgeyi etkileyici bulan bazı gençler, duyguyu bu kadar sahici nasıl verebildiğimi sormuştu. Saklı Bahar’daki Derman’ın anne imgesi, o ateşler içindeki kızın yıllar sonra açık ettiği duygusundan gelir. Sahiciliği bundandır.
Gerçekte yaşam deneyimleri benzerdir aslında. Edebiyatçının farkı, çoğu kişinin, sıradanın hızı içinde gözden kaçırdığı ayrıntıları yakalamak, seziş ânındaki mucizevi havaya okuru da dahil edebilmektir.
Eğitimcinin ve ebeveynin tutumu burada da oldukça önemlidir. Yazık ki, çoğu ebeveyn kitabı bir “öğretmen”, çoğu eğitimci de “bir ders ya da ödev” gibi görme yanılgısına düşüyor. Oysa kitap, ne bir derstir ne de bir öğretmen. Evet “öğretir”, ama bu öğrenme, çocuğun ya da gencin kendi çabasıyla içine girdiği bir serüvenden çıktığında edindiği deneyimden ibarettir. Hayat da geride bıraktığımız yıllardan edindiğimiz deneyimler toplamıdır aslında.
Ödev olarak verilen ve sınava girilen birkaç kitap okutmaktansa, yaratıcı okuma yöntemleriyle ve çeşitli etkinliklerle zenginleştirilmiş tek bir kitap okutmak, bu anlamda çok daha yararlı olacaktır. Edebiyat, düşüncenin sınırlarını zorlar, onu daraltmaz. Oysa, “Okuduğunuz kitabın anafikri nedir?” sorusu düşünceyi sınırlamaktan başka bir şey değildir.
Edebiyat bir gelecek tasarımıdır.
Edebiyatın bir ders ya da ödev değil; çocuğun kendine has bir bakış açısı, hayatı anlama, anlamlandırma biçimi kazanacağı bir süreç olduğu gerçeğini öncelikle eğitimcilerin ve ebeveynlerin kavramaları gerek. Her türden deneyim, çocuğun hayatı keşfine olanak sağlar. Ama edebiyat yoluyla kazanılan deneyim, hayatın daha estetik ve yeni gerçekliklere, gelişmelere dönük yönlerini içerir. Bu yüzden de edebiyat bir gelecek, bir birey tasarımıdır. Yazarın böyle bir çabası olmasa da gerçek budur.
Asıl ilham, çocuğun yüzündedir. Bana şiir yazdıran da öykü ya da roman yazdıran da o ifadedir. Çocuk, kalbindekini yüzüne yansıtandır, duygusunda sahici olandır. Öfkesi, sevinci, acısı, haksızlığa ya da zorbalığa uğramışlığı… Hepsini çocuğun yüzünden okuyabilirsiniz.
Onlar mucizenin gerçekleştiği anlardır; hafıza sandığının kilidini açacak şifreyle karşılaşma ânı! Şifre, bazen sadece bir sezişten ibaret de olabilir. Sizi alıp on yıllar öncesine götüren bir hissediş.
Bir okulun kütüphane açılışına gitmiştim. Masal anlatsınlar diye üç çocuk seçilmiş. Nasıl heyecanlılar! Sadece biri anlatabildi, çünkü protokolün zamanı azdı ve ayrılmaları gerekiyordu. Okulun idarecileri de öğretmenler de çocukları kütüphanede unutup protokol ekibinin ardından koşturdu. Birkaç dakika çocukları gözlemledim. Kalplerinin kırılma sesini metrelerce uzaktan duymak olasıydı. Bir çocuğun hayal kırıklığını, haksızlığa uğramışlığını o bakışlardan daha iyi ifade edecek söz bulmak olanaksızdır. Yaşanan, sanırım hayatın edebiyata ilham kattığı anlardandı. Edebiyat da bu kalp kırıklığını, o çocukların yüzündeki ifadeyi yansıtacak biçimde anlatma, aktarma sanatıdır.
Edebiyat, hayatın bambaşka yönlerini keşfetme yolculuğunda bize rehberlik eder. Gözden kaçırılanı işaret eder, “Dur biraz!” der, “Yavaşla!” der. Çünkü bilir, hızla geçip gidilen yol, göz önünde olanı içerir ancak. Oysa duvarın ardındaki çiçek, bulutun ardındaki kuş, yolun aşağısındaki orman… Onlar görme alanımızın dışındadır ve hızla geçen bir aracın penceresinden görülebilmeleri olanaksızdır. Boşuna değildir şairin, “İkimiz birden sevinebiliriz, göğe bakalım,” demesi. Boşuna değildir başka bir şairin, “Kuş ölür / sen uçuşu hatırla!” deyişi…
“Oyalanmak” sözcüğüne genellikle olumsuz anlamlar yüklenir; ama yavaşlamaz, oyalanmazsak, ne göğe bakabiliriz ne süzülüp giden kuşları görebiliriz başımızın üzerinde.