Kitapçılar, yayıncılar ve yazarlar akrabadır!

Ankara Artı Müzik Ada Kitabevi’nden Bülent Ateş, Tarsus Antik Sahaf Kitabevi’nden İsmail Kün ve Van’dan Bursa’ya, beş ilde mağazaları bulunan Kika Kitap Kafe’den Zeki Şevli, Günışığı Kitaplığı’ndan Banu Ünal’ın sorularını yanıtlıyor, kitap piyasasını belirleyen önemli noktaları yorumluyorlar.

Banu Ünal: Yayımlanan, çevrilen, yazılan kitapların, Anadolu’daki okura ulaştırılmasında uzun yıllardır emek veren kitapçılar… Dünyada olduğu gibi ülkemizde de son yıllarda sayısı giderek azalan bağımsız kitabevleri… Türkiye Yayıncılar Birliği’nin 2015- 2016 döneminde yaptığı Kitabevi Envanteri Projesi’ne göre, ülkemizde, D&R mağazaları hariç, 1531 kitap satış noktası vardı. Kitabevi diyemeyeceğimiz, belli oranlarda kitap bulunduran kırtasiyeci yapısındaki satış noktaları da bu sayının içinde. İsmail Bey, bize kitabevinin tanımlamasını yapar mısınız?

İsmail Kün: Fiziksel koşulları ne olursa olsun, insanların esprili bir ortamla karşılaştığı, güleryüzlü çalışanların, temiz ve düzenli rafların olduğu yer diyebilirim. Bu, her sektör için geçerlidir aslında, ama taşradaki kitabevleri için çok daha önemli. Biz hayal satıyoruz. İçinden başkalarının hayallerinin geçtiği ürünleri pazarlıyor, insanlara ulaştırıyoruz. Ben “satmak” sözcüğünü çok kullanmayan bir kitabevi hayal ediyorum.

Akademi gibi kitabevleri…

BÜ: Sonuçta siz kitap perakendecisisiniz. Kitap perakendesinin diğerlerinden ayrıldığı nokta nedir? Örneğin, ayakkabı satmakla kitap satmak arasındaki fark nedir?

İK: Herkes ayakkabı kullanıyor, ama ne yazık ki herkes kitap okumuyor. Kitabevine gelenler, “Buradaki tüm kitapları okudunuz mu?” diye soruyorlar. Elbette hepsini okuyamıyoruz, ama nasıl bir kitap olduğunu bilmek zorundayız. Eczacı gibiyiz. Her ilacı kullanmıyoruz, ama sunduğumuz ilacı biliyoruz.

“Okur çalışan’ seçmeye çalışıyoruz. Onlar hem ürünü biliyor, hem işini keyifle yapıyor, hem de işe tamamıyla ticaret gözüyle bakmıyor.”

BÜ: İsmail Bey kitabevini tanımlarken, okuru karşılayan çalışanlara vurgu yaptı. Bülent Bey; bu işin bir okulu olmadığına göre, siz kendiniz mi eğitiyorsunuz çalışanlarınızı? Nasıl buluyor, nasıl seçiyorsunuz onları?

Bülent Ateş: Bu işin okulu olmadığı için hepimiz alaylıyız. Ancak kitabevi çalışanını seçerken, muhakkak kitaba gönül vermiş, okuyan kişiler olmasına dikkat ediyoruz. Ama kitapçılığı bir meslek olarak görmüyor insanlar. Bitmekte olan bir meslek aslında. Nitelikli eleman yetiştiremiyoruz. Çünkü hepsi üniversite mezunu olduğu için kendi alanlarında hedefleri, arzuları var. Çoğu, kitapçılığı geçici iş gibi görüyor. Kalıcı olanlarsa bu işi meslek olarak yapmaya niyetlenenler; ‘İleride kitabevi açarım ya da yayıncılık yaparım,’ diye düşünenler. “Okur çalışan” seçmeye çalışıyoruz. Onlar hem ürünü biliyor, hem işini keyifle yapıyor, hem de işe tamamıyla ticaret gözüyle bakmıyor.

Herkes herkesten bir şeyler öğrenebiliyor. Hiç ilgim olmayan parapsikoloji alanından kitaplar okuyanlar, bana bir şeyler önerebiliyor. Çalışanlarıma, “Buradan ayrıldığınızda bir diploma almış kadar olacaksınız,” diyorum. Akademi gibi biraz. Her kitap, mutlaka başka bir kitaba yönlendirir. Kitabevi çalışanı olmak, önyargılardan uzaklaştırıyor, daha hoşgörülü yapıyor insanı. İnsanı zenginleştiren, başka dünyalara davet eden bir iş.

Kitabevi mi market mi?

BÜ: Kitabevinin “ürünü” olan kitaba ve kitap dışı ürünlere gelelim. Zeki Bey, sizin kitabevi zinciriniz Kika’nın ismi kitap ve kahveden geliyor. Mağazalarınızda kitap dışı ürünler sunmanızın nedeni ve bunların satışınızdaki payı nedir?

Zeki Şevli: Bunun iki nedeni var. Birincisi; tüketici bizi buna zorluyor. Alışverişin insanlar üzerindeki keyif unsuru giderek azaldı. Bütün istediklerini bir arada, tek bir yerde bulabilme isteği arttı. İkincisi; biz kitapçılar, sadece kitap satarak hayatımızı idame ettiremiyoruz. Kitabın yanına yan ürün olarak müziği, hediyelik eşyayı ve kahveyi koyduğunuzda, daha çok müşteriyi mağazaya çekebiliyorsunuz. Kitaplardaki kârlılık oranının giderek azalması bizi buna zorluyor.

Bazı müşterilerimizden de duygusal tepkiler alıyoruz; “Market gibi,” diyerek tepki gösteriyorlar. Ama marketler de bizim işimizi yapıyor ve kitap satıyorlar. Benim o marketlerle de rekabet etmem gerekiyor. “Kitap kokusunu alamıyoruz,” diyorlar; ama biz kitapçılar da ayakta kalamıyoruz. Geçmişteki gibi, kitapçılarda bir saat geçirme anlayışı maalesef bitti. İnsanlar, eti de deterjanı da kitabı da büyük marketlerden alıyor. Biz en azından şimdilik et ve deterjan satmıyoruz.

BÜ: Haklısınız. Müşteri kitabevine gitmişken, çocuğunun kitabını, defterini, okul çantasını da alabilmek istiyor belki. Bazısı da seçtiği kitabı, kahvesini yudumlayarak inceleme konforunu arıyor. Son yıllarda ürün çeşitliliği çok arttı. Sırf kitap sunan bir kitabevi bile raflarını yönetmekte zorlanabiliyor. İsmail Bey, kitap çeşitliliğindeki bu artışı nasıl değerlendiriyorsunuz? Rafa koyacağınız kitapları, siparişlerinizi neye göre belirliyorsunuz?

Raflardaki kitap çeşitliliğini yönetmek…

İK: Çağdaş edebiyatı takip ediyor, yazarların ilk kitaplarını toparlamaya çalışıyorum. İlk kitabını okuduğum, ikinci ya da üçüncü kitabı çıktığında imza gününe çağırdığım yazarlar var. Onlara bir okur kitlesi sunmak hoşuma gidiyor. İyi edebiyat kitaplarını, okuduğum ve hoşuma giden kitapları seçiyorum. Okurların sipariş ettiği kitapları da öncelikle takip ediyoruz. Bir kitap için gün boyunca 20 kişiyi aradığımızı hatırlıyorum. Bu ülkede çok istemiyorsanız, aradığınız bir kitabı bulamayabilirsiniz. Bu gibi örneklerle insanlara dokunduğumuzda, o kişiler kitabını başka yerde bulsa bile yine bizden alıyor; iki ya da üç kez gelebiliyor kitabevine.

BÜ: Yolun başındaki yeni yazarlara destek olma konusundaki hassasiyetiniz çok kıymetli. Bülent Bey, kitap çeşitliliğinin yönetiminden söz etmişken, belirli bir alanda uzmanlaşmış kitabevleri olması fikrine nasıl bakıyorsunuz? Sadece müzik yayınları satan Pan Kitabevi (İstanbul, Beşiktaş) buna iyi bir örnek olabilir. Son yıllarda, sadece çocuk kitapları sunan kitabevleri de açıldı. Sizce bu, ürün ve çeşit yönetimi için iyi bir çözüm mü?

BA: Ben bunu fantastik buluyorum. Günümüz koşullarında bu formülün ticari anlamda ayakta kalması çok zor. İnsanlar kitabevine gittiklerinde, orada çeşit ve seçenek görmek istiyor. Bu dediğiniz belki çizgi roman türünde yaşayabilir, çünkü o türün okuru farklı; sırf çizgi roman için belli bir yere gidip oradan alıyorlar. Ama diğerlerini fantastik buluyorum.

“Okumak bir yolsa ve kitaplar da birer duraksa, kitapçılar, yayıncılar ve yazarlar da akrabadır. Bu nedenle, kim yanımızda yürüyorsa onunla çalışıyoruz.”

Son dönemde yayınevi sayısı da kitap çeşidi de çok arttı. Gençler arasında popüler olan ve hızla yayılan Wattpad kitapları için kitabevinin en ücra köşesinde bir bölüm yaptık. Bu kitapları bulundurmak bile kötü hissettiriyor, ama sorarlarsa yok dememek için de rafa koymak zorundayız. Gittiğim bazı kitabevlerinde, Ahmet Hamdi Tanpınar ya da Oğuz Atay gibi yazarların, geçmişte kitaplarını uzun yıllar yayımlatamamış iyi yazarların hemen yanında bu seri üretim kitapları görmek kötü.

İK: Kitabevine gelen her müşteriyi değerli buluyorum. Anne babalara, “Çocuğunuz o kitaplardan 20 tane alsın okusun, ben geri alırım sizden, yeter ki çocuğunuzun kitap okumasına engel olmayın,” diyorum. Çünkü, sırf bizim önerdiğimiz çağdaş edebiyat eserlerini okumadıkları için çocukları kaçırmamak gerekir. Bir şekilde okuru yakalıyorsak, ne mutlu bize.

İadeye karar vermek…

BÜ: Ürün çeşitliliğine bağlantılı olarak, Zeki Bey, siz stoklarınızı nasıl yönetiyor, ürün takibini nasıl yapıyorsunuz? Rafınızda duran bir kitabı iade edip etmemeye neye göre karar veriyorsunuz?

ZŞ: Merkezi bir yönetim sistemimiz var. Şubelerimizi merkezden yönetiyor, stok hareketlerini takip ediyoruz. Zaten bir kitabevinde olmazsa olmaz kitaplar var. Bunları kitabevinin demirbaşı gibi görüyor ve iadelerini hiç düşünmüyoruz. Bir kitabın iadesine karar verirken genellikle 70 günü baz alıyoruz. Rafımızda 70 gün boyunca hiç hareket etmemişse –ki bu hareket etmeyeceği anlamına geliyor– rafta başka bir kitaba yer açıyoruz.

BÜ: 70 gün kendi deneyimlerinize göre belirlediğiniz bir süre mi?

ZŞ: Evet, ama bazen yeni çıkan bir kitabın ilk 20 günkü performansı da onun geleceğiyle ilgili fikir verebiliyor. Ancak ana kriterimiz, 70 günde bir raporlama üzerine. Kitap 70 gün boyunca satmamışsa bizim için ölüdür.

İyi günde, kötü günde tedarikçi…

BÜ: Kitap tedariği konusuna gelelim. Dağıtımcılarla çalışmayı mı, doğrudan yayıncılarla çalışmayı mı tercih ediyorsunuz? Hangisinden ne tür hizmetler alabiliyor ya da alamıyorsunuz?

İK: Genelde dağıtımcılarla çalışıyoruz. Ancak çok hızlı tedarik etmemiz gereken toplu bir ürün varsa, önce yayınevini arıyorum ve, “Stoğu var mı?” diye soruyorum. 25 yılda öğrendiğim üzere, bu seçimi yaparken kimle konuşabildiğime de dikkat ediyorum. Kötü günlerimizde hangi dağıtımcı ya da yayınevi yanımızda durmuş, kimler bizi aramış ya da biz aradığımızda sorunumuzla ilgilenmiş, bunlar da seçimi belirliyor. Nihayetinde, onların parası bende. Bazen geç gönderiyorum, bazen hiç gönderemiyorum. Okumak bir yolsa ve kitaplar da birer duraksa, kitapçılar, yayıncılar ve yazarlar da akrabadır. Bu nedenle, kim yanımızda yürüyorsa onunla çalışıyoruz.

BA: Bir müddet sonra gerçekten de aile gibi oluyor ve sorunlarımızı rahatlıkla paylaşabiliyoruz. Yayınevleriyle de dağıtımcılarla da çalışıyoruz. Bunda ödeme planını hazırlamadaki rahatlık, iskonto ve vade seçeneklerini konuşabilmek belirleyici oluyor. Bunlar işin muhasebeyle ilgili kısmı, ama dostluklarımız da ön planda. Sektörün kriz dönemlerinde, bazen biz onlara bazen de onlar bize destek veriyor.

ZŞ: Biz de genelde iskonto oranına bakıyoruz. Eğer yayınevinden almak avantaj sağlayacaksa onu tercih ediyoruz. Doğrudan çalışmak bazı yayınevlerinin işine gelmiyor, dağıtımcı üzerinden çalışmamız onlara da iyi geliyor. Bazı yayınevleri cephelerini genişletmek istemiyor; bazısı da, “Kitabım zaten satıyor. Kitapçı eninde sonunda bir yerden bulup alacak,” rahatlığıyla davranıyor. Bazı yayıncılar da arayıp, “Sizin gibi kitapçılara ihtiyacımız var, neredesiniz?” diyor. Bu, biraz da ihtiyaca bağlı gelişiyor. Ama dağıtımcıyla çalışmak bizim için daha kolay. Çünkü çok fazla yayınevi var ve hepsiyle ayrı ayrı çalışmak çok zor.

İK: Hız, bu anlamda önemli bir belirleyici. Örneğin, sabit fiyat yasasının gündemde olduğu Almanya’da bir gün içinde her noktaya kitap ulaştırılabiliyor. Bizde bir kitabı ulaştırmak 3, 4 ya da 5 günü bulabiliyor. Okur sorunca, “Kargonuz henüz gelmedi,” diyoruz. Dolayısıyla, hangi yöntem daha hızlı işliyorsa onu tercih ediyoruz.

Ekran Resmi 2019-12-10 17.50.53

Bağımsız kitapçı, okur müfettişidir!

BÜ: Biraz da kitabın satış ve pazarlama süreçlerinden söz edelim. Bülent Bey, sizden bir müşteri tanımlaması rica edeceğim. Kitabevinin müşterisi kimdir, cironuzu kimlerden sağlıyorsunuz?

BA: Bağımsız kitapçılar, aynı zamanda birer okur müfettişidir. Daha popüler olan, “çoksatan” listelerine giren yazarların kitapları hareketliliği sağlar. Onların dışında, eskiden beri bu işi yapan kitapçılar, artık okurlarını kategorize edebilir. Okur bir kitap istediğinde, ona seveceği başka bir kitap daha önerebilirler. Eskiden, köşe yazarları pazar günleri birkaç kitap hakkında yazarlardı ve pazartesi günü o kitapların satışı patlardı, yetiştiremezdik. Bu gibi yükselmeler bizi canlandırırdı. Şimdi kimse kitap falan önermiyor, öyle bir ortam yok. Eskiye kıyasla satışlarımız yarı yarıya düştü. Biz kitapçılar, internet satışlarına ve marketlerdeki satışlara rağmen hâlâ ayakta kalabiliyorsak, bir mucize yaratıyoruz demektir.

Ekran Resmi 2019-12-10 17.51.07

BÜ: Birkaç kitap alıp giden müşterilerin yarattığı cirolarla yaşayabiliyor musunuz? Yoksa kurumsal satışlara ya da kamu kurumlarının ihalelerine yönelip yeni kanallar mı açmaya çalışıyorsunuz?

BA: Kamu kurumlarının ihalesine girmek ölüm gibi. İhalelerde kitapları, aldığımız fiyatın daha altında vermemiz isteniyor; o yüzden pek yanaşmıyoruz. Biz daha çok sosyal medya aracılığıyla hareket yaratmaya çalışıyoruz. Yazar-okur buluşmaları ya da söyleşiler düzenliyoruz, ama o da astarı yüzünden pahalıya geliyor. Katılım olmadığı zaman yazara da mahcup oluyoruz. Bizi ayakta tutan, çalışanlarımızın okurla kurduğu güven ilişkisi. Son zamanlarda çarkı döndüren de bu ilişki.

İK: Aslında rahatsız olan, yazar, üretir, kitap satar. Kapıdan girenin, hem okur hem yazar olarak kıymetini bilmeliyiz. Kitabın değerini bilmeliyiz. Çevremdeki herkesi, üretim anlamında rahatsız ediyorum. Belediyelere, ben sizin için elimden geleni yaparım, deyip yazı gönderiyorum. Edebiyat festivallerini önemsiyorum. Kurumların hepsi benim müşterim. Ben kapıdan gireni okur olarak görmek istiyorum, ama gittiğim yeri de müşteri olarak görmek istiyorum.

Kitabevleri neden AVM’lerde?

BÜ: Zeki Bey, Kika Kitap Kafe başlangıçta cadde mağazasıydı. 2014’ten sonra AVM mağazaları açtınız. Neden caddeden AVM’ye geçtiniz? Müşteriler AVM’ye mi kaçtı?

ZŞ: Daha önce AVM’lerde kiralar çok yüksekti ve kitapçılar giremezdi. Ekonomik kriz nedeniyle, kitap sektörüne özellikle pozitif bir yaklaşım sergilediler. Daha önce yüksek kiralardan dolayı cadde mağazacılığını tercih ediyorduk. Ancak şimdi süreç tersine işlemeye başladı. AVM sayısı arttıkça, kira avantajı bize geçti. Bu avantajı kullanıyoruz. İkincisi, bizim hedef kitlemiz AVM’lerde. Cadde mağazasında kitleyi oturtmak, müşterinin ayağını alıştırmak ve kendimizi kabul ettirmek için en az bir yıl beklemek gerekiyor. Sektörde bu şekilde, bir yıl ayakta kalabilmek çok zor. Ancak AVM’ye zaten gelen bir kitle var ve onların dikkatini çekmeye başladığınızda, alışma ve alıştırma süreci kısalıyor.

Sabahın köründe İnce Memed satmak…

BÜ: İsmail Bey, siz 22 yıldır Tarsus’ta ayakta kalmayı nasıl başardınız? Bunun sırlarını bizimle paylaşır mısınız?

İK: Kitap okunan bir evde büyüdüm. Kitap bizim evde hep kahramandı. Babamın okuma yazma bilmediğini beşinci sınıfta fark ettim. Aslında çok güzel konuşurdu. O zamanlar anlattığı hikâyeleri, yıllar sonra Borges’in kitaplarında okudum; babam o hikâyeleri nereden biliyordu, bilmiyorum. 22 yıl önce üç arkadaş yollarımızı birleştirdik, 10 metrekarelik bir dükkân tuttuk ve kitabevini, evden getirdiğimiz kendi kitaplarımızla açtık. Tarsus’taki insanların buna ihtiyacı vardı. 12 Eylül süreci bitmişti; görece daha rahat bir ortamdı ve az sayıdaki okur, kitaplarını Mersin ya da Adana’dan alıyordu.

Kitabevimiz Tarsus’un en erken açılan dükkânlarından. Sabahın kör saatinde İnce Memed sattığımı hatırlıyorum. İlk yıllarımızda sabah beşte kalkıyor, kitap okuyordum. Sonra kapıdan giren her müşteriye önerebileceğim ince, hesaplı, ama iz bırakacak kitaplar keşfettim. Stefan Zweig’ın Satranç’ı gibi… Param oldukça alıyor ve her gelene zorla veriyordum. Sonra okulları keşfettim. Milli Eğitim’e yazı yazdım, çocuklara haftada 3 lira taksitle kitap verdim. Tarsus’ta tiyatroya ya da konserlere giden 1000 kişilik aktif bir nüfus var. Kitap okuyanlar da onlar. Boşuna akrabayız demiyorum, hepsini tanıyorum. Yıllar önce haftada 3 lira taksitle kitap sattığım insanların torunlarına da kitap veriyorum bugün. İşimi de hayatı da bir oyun alanı olarak gördüm hep.

Belediyelere, hangi siyasi parti olursa olsun, her dönem bıkmadan usanmadan 40 yazar ismi gönderiyorum. Konserlere ayrıldığı gibi edebiyata da bütçe ayrılmasını, mütevazı bütçelerle edebiyat günleri de yapılabilmesini istiyorum. Belediyeler de benim farkıma vardılar ve Adana’da Seyhan Belediyesi’yle yaptığımız etkinlik çok etkili oldu. Şimdi başka bir belediyeyle yapıyoruz. Belediyelerden bir şey istemiyorum. Sadece davet ettiğim yazarların kitaplarından 2-3 bin liralık satın alma yapmalarını, benim kârıma da dokunmamalarını istiyorum. “Aldığımız bu kitapları ne yapacağız?” sorusu geliyor sürekli. Kitap ne yapılır? Çalışanlara ya da sivil toplum kuruluşlarına dağıtılır, kütüphanelere ya da okullara verilir…

“Her şeyci” kitapçılar!

BÜ: Bülent Bey, siz satışlarınızı arttırmak için ne yapıyorsunuz?

BA: Son zamanlarda sosyal medyayı etkin kullanmaya başladık. Ama alaylı olduğumuz için ağırlıklı olarak bire bir ilişkileri kullanıyoruz. Müşterilerimiz aynı zamanda dostlarımız. Onların ne okuduğunu biliriz, hatta onlar için sahaftan kitap alırız bazen. Hocalarımız bizi arayıp bulamadığı kitabı söyler, İstanbul’dan birkaç arkadaşımızı arayıp kitabı getirtiriz. Bu ilişkiler, o insanları bize bağlıyor, bizi ayakta tutuyor. Hocası bir kitapla igili ödev verdiyse, çocuğun kitabını yarın sabah mağazada bulundurmak zorundayım. Öğrenciler, ellerinde 10 kitaplık listeyle geliyor. 10 kitabı da buluyor, üzerine %10 indirim yapıp gönderiyoruz. Çocuklar kitabevinden kitap bulamadığı için ya da kitap pahalı olduğu için geri dönmemeli.

“Bir bölgede bize ‘gâvur’ derlerken, bir başka bölgede ‘yobaz’ diyorlar. Bir başkası da ‘Bunlar ne ayak?’ diyebiliyor.”

BÜ: Sizin için esas olan müşteriyi tanımak, müşterinin aradığını ona en kısa sürede ulaştırmak ve hizmet kalitesi. Zeki Bey, siz de Türkiye’nin çok farklı 5 bölgesinde faaliyet gösteren bir zincirsiniz. Müşteri profilinizin kentten kente, bölgeden bölgeye değiştiğini gözlemliyor musunuz? Örneğin, bölge halkının değerlerine, hassasiyetlerine göre yayınevi ya da yazar seçtiğiniz, vitrini ona göre düzenlediğiniz oluyor mu?

ZŞ: Zincir olduktan sonra, okur bazında Türkiye’nin nabzını çok iyi tutabildiğimizi düşünüyorum. Mağaza sayımız az, ama bölge çeşitliliğinden dolayı okur profilini rahatlıkla tanımlayabiliyoruz. Özellikle bazı şehirler bizi çok şaşırtıyor. Bir bölgede bize “gâvur” derlerken, bir başka bölgede “yobaz” diyorlar. Bir başkası da, “Bunlar ne ayak?” diyebiliyor. Mümkün olduğunca herkese hitap etmeye çalışıyoruz. Ülkenin ayrıştırıcı ortamı her şeye yansıyor. Gaziantep’teki mağazamıza gelen bir okur, “Bu yazarın posterini sökmezseniz, buradan ayrılmam,” diye tepki gösterdi ve bekledi. Biz de tatlıya bağlamak için indirdik posteri. Bu örnek bile aslında bize birçok konuda fikir veriyor. Özellikle birbirimize tahammül etme sabrımızın ne kadar azaldığına dair…

Bir bölgeye gitmeden önce, orası hakkında ön araştırma yapıyoruz. Hangi yazarı götürsek tepki almayız ya da hangi kitaplara ağırlık verirsek farklı bir kategoriye sokulmayız diye düşünüyoruz. Tepkisini sosyal medyadan gösterip, “Gitmeyin oraya !” diyen de çıkıyor. Bilemiyorum, ama sanırım artık “her şeyci” olduk. Raflarımızın rengini sorgulayanlar bile oluyor. Aslında hepimizi ilgilendiren, ayrışmaya ne kadar müsait olduğumuzu gösteren örnekler bunlar.

Fuarlarda kitap kahraman olur!

BÜ: İsmail Bey, bir kitabevinin rakibi başka bir kitabevi midir, yoksa başka rakipleriniz de var mı?

İK: Aslında pazar rakiplerle birlikte oluşur. Tarsus’ta, sağımda solumda başka kitapçılar da olsaydı keşke. Çünkü 10 kitabın bulunduğu listeyle gelen bir okur, eninde sonunda listesini tamamlardı ve bir pazar oluşurdu. Zeki Bey’in de dediği gibi, taşrada herkese iyi gelmiyoruz ki konuşarak kitap satıyoruz. Bazen müşteri bir cümlemize kızıyor ve bize gönül koyup gelmiyor. İnternet mağazaları fiyat bazında rakiptir. Okuruma internetten 2 lira daha pahalı olduğumuzu söylüyorum. Koyduğumuz fiyatı uzunca bir süre değiştirmek istemiyoruz. O yüzden sıkışınca dostları arayıp “ödememek üzere” borç istediğim oluyor

BÜ: Kitabevlerini rakip olarak görmüyorsunuz anladığım kadarıyla. Peki, yerel kitap fuarları bir rakip mi, yoksa okuma kültürünü destekleyici bir unsur mu?

İK: Rakip gibi görünüyor, ama uzun vadede kitap fuarlarının faydasını gördüğümüzü düşünüyorum. Bu fuarlarda kötü ya da bandrolsüz kitapların satılması da bir gerçek tabii. Ama örnek vermek gerekirse, TÜYAP’ın Adana’da düzenlediği Çukurova Kitap Fuarı döneminde, benim satışım düşmüyor, hatta artıyor; çünkü kitap kahraman oluyor. Kitap, reklam dünyası tarafından öne çıkarılan bir ürün değil, ama fuar dönemlerinde, belediyenin reklam alanlarında kitap görmek, araba reklamı görmekten daha güzel. Fuarlar, kitabın kahraman olması açısından yararlı. İyi ya da kötü, ama sektöre para girmesi açısından önemli buluyorum.

Online mağazalarla rekabet mümkün mü?

BÜ: Zeki Bey, online mağazalar, kitabevlerinin varlığını tehdit ediyor mu? Onlarla rekabet sadece fiyat üzerinden mi yapılabilir?

ZŞ: Bütün sektörlerde olduğu gibi, şu an en büyük tehdit online mağazalar. Aslında, bu sistemin arkasında eşit rekabet koşulları olursa, biz onları rakip olarak görmeyiz. Yayıncılık sektörü, bu bağlamda kendi canavarlarını yine kendi yaratıyor. Yayınevlerini bu noktada eleştiriyorum. Bize niye aynı olanakları vermediklerini sorduğumda, “Sen 10 tane alıyorsun, o 100 tane,” cevabını alıyorum. O mağazalar bir yıl sonra battığında, “Bizim, sizin gibi insanlara ihtiyacımız var,” cümlesini duyuyorum. Online mağazalar, dünyamızın bir gerçeği ve olmasın demiyoruz; çünkü rekabet daima iyidir. Ama bu koşullarda nasıl rekabet edelim? Online mağazalar böyle devam ederse, bizler kitapçılar olarak başka mesleğe geçebiliriz. Yayıncı arkadaşlarınsa hangi mesleğe geçeceğini merak ediyorum açıkçası.

BÜ: Bülent Bey, siz hem online olarak hem de mağazanızdan satış yapıyorsunuz. Bu konudaki yorumunuz nedir? Fiyat politikanız her ikisinde de aynı mı?

BA: Yüksek indirimler yapamıyoruz, ancak %10 fark ediyor. Buna mecburuz, çünkü belirli bir alanda rekabete girmek zorundayız. Çeşitli nedenlerle kitaba ulaşamayanlar için kitabın evine kadar gelmesi, maliyetin az olması iyi bir şey. Online satış, müşteriye farklı olanaklar sunuyor.

İK: Katılıyorum. Ne yazık ki, kitapçının olmadığı yerler de var ülkemizde. Cizre’de yaşayan biri kitap okumayacak mı?

“Ne alırsan 5 lira !”

ZŞ: Kitapçılar olarak, bu noktada özeleştiride bulunabilirim. Kitap okuru ayakkabı müşterisi gibi değildir, duygusaldır, kitapla bağı çok farklıdır. Bazı kitapçı arkadaşlarımız, kitabın o duygusal bağını ayaklar altına aldı. Bir kitapçıda, “Ne alırsan 5 lira !” ya da “3 al 1 öde !” gibi uygulamalar olmamalı. Bu kampanyalar olsa olsa çorapçıda olur. Okur, korsan almak istemiyor ve 20 liraya benden kitap alarak yaşadığı kentte kitapçılar da olsun istiyor. Ancak bir ay sonra, 20 lira vererek aldığı bir kitabı, “5 liralık kitaplar” sepetinde buluyor. Doğal olarak kafası karışıyor. Bu işin saygınlığını ayaklar altına almaya devam edersek, okurla duygusal bağımızı da kaybedeceğiz.

BÜ: İsmail Bey, sizin fiyat konusunda müşterilerle karşı karşıya kaldığınız oluyor mu?

İK: Elbette, herkesin elinde cep telefonu var ve artık herkes, her yere çok yakın. İnternet mağazaları tüm Türkiye’ye satış yaparken, ben Tarsus’ta 100 kişiye satıyorum. Hedef kitlemse en fazla 1000 kişi. “Kitap neden pahalı?” dediklerinde, “Bu pahalılık, hayatın her alanında var ve almayabilirsiniz,” diyorum. Ne diyeyim?

Dertlerin devası sabit fiyat yasası mı?

“Kitapçıların gerçekten yaşaması isteniyorsa, sabit fiyatla birlikte korsan yasasının da çıkması gerekiyor.”

BÜ: Anlaşılan kitap, hiçbir mecrada yayınevinin belirlediği etiket fiyatından satılamıyor. Fiyat konusuna gelmişken, sabit fiyat yasası hakkında da görüşünüzü almak isterim. Sizce bu yasa, kitabevlerinin dertlerine deva olacak mı?

ZŞ: Avrupa’da, hatta Kore’de bile bu yasa var. Fransa bu konuda en iyi ülkelerden. Zaten kitapçı sayısı da bunu gösteriyor. Onlarda online satış sitesi yok diye biliyorum. Elbette bu yasa tek başına yetmeyecek. Çünkü bizim ülkemizdeki bir diğer sorun da korsan. Sabit fiyat yasası yarın çıksa bile yeterli mücadele edilmezse, bu işten en çok yine korsan kârlı çıkar. Eğer bu ülkede kitapçıların gerçekten yaşaması isteniyorsa, sabit fiyatla birlikte korsan yasasının da çıkması gerekiyor.

BA: Hükümet bu yasayı çok ağırdan alıyor, çıkar mı emin değilim. Eğer çıkarsa cirolarımız ikiye, üçe katlanır. Kitabevlerine çok olumlu katkıları olur.

İK: Yasa çıkarsa çok iyi olur, ama arkadaşlarımın bahsettiği sorunlar da önümüzde duruyor. Ancak biz hangi sorunu çok rahat çözebilmişiz ki? Türkiye, krizler ülkesi. Siyasi krizler, ekonomik krizler… Hiç bitmiyor. Deneyimlerime göre, ülkemizde kitap satışlarını en olumsuz etkileyen krizler, ekonomik krizler değil, siyasi krizler.

BÜ: Son 10 yıldır bağımsız kitabevleri çok zorlu bir süreçten geçiyor. Yayıncılık sektörü olarak, hepimizin kendimize çıkarmamız gereken ödevler var. Şu da bir gerçek ki; ne online kitap mağazaları ne de iskonto oranları, gerçek bir okurun kitabevi rafları arasında dolaşırken aldığı hazla rekabet edemiyor. Yayıncılar, tedarikçiler ve kitabevleri olarak, hep birlikte ilerleyeceğimiz bir iş modelinin yollarını aramalı ve yaratmalıyız. Yerel yönetimlere de kitap fuarları kurmak dışında, bölgesindeki okurun yolunu kitabevlerine düşürecek birtakım çözümler yaratma ödevi düşüyor. Değerli yayıncı Müge Gürsoy Sökmen’in bir cümlesiyle sonlandırmak istiyorum: “Sokaktaki bağımsız kitapçı, ben elma almaya giderken karşıma yazarı çıkarandır. Ya da bir yazarın kitabını almaya gittiğimde başka bir düşünceyi bana hatırlatandır.”