Kutsal hız devrinde, edebiyat bir damıtma sanatıdır.
40 yıllık yazın hayatı boyunca, pek çok farklı edebi türdeki verimiyle edebiyatımıza engin bir külliyat armağan eden Murathan Mungan, edebiyata ve yayıncılığa dair geçmişten bugüne bir zaman yolculuğu sunuyor.
Daha düne kadar pek çok yerde adım anılırken benden “genç yazar” diye söz edilirdi, nedense epeydir duymuyorum. Yine nedense bir süredir bana ya açılış ya kapanış konuşmaları yaptırıyorlar, bu gidişle yakında bana da “duayen” denilecek diye ödüm patlıyor. Biliyorsunuz, memlekette elinizi kaldırsanız on “duayen”e, beş “diva”ya çarpıyorsunuz. Sözcüklerin ve kavramların içinin boşaltıldığı, anlamsızlaştırıldığı günümüzde “duayen” sözü de neredeyse “bir ayağı çukurda adam” anlamına geliyor.
Konuya böyle başlamamın bir nedeni var: Mayıs 2020’de “kitaplı yazar” olmamın 40. yılını kutlayacağım. İlk kitabım Mahmud ile Yezida, Mayıs 1980’de yayımlanmıştı. Dolayısıyla yazı dünyası içinde 40 yıllık deneyimin sağladığı bir perspektifle bazı izlenimlerimi, gözlemlerimi paylaşmak isterim.
Bugün gençlerle konuşurken, geçmişten ya da gençlik yıllarımdan örnekler verirken hemen, “O zamanların 17 yaşını düşünmelisin,” diye dipnot düşüyorum. Bugünün 17 yaşıyla o günün 17 yaşı aynı değil çünkü. O zamanlar içinde bulunduğumuz toplumsal, siyasal ve kültürel atmosferin belirleyiciliğini hatırlatma gereği duyuyorum. 22 yaşındayım. Ankara’da haftalık bir derginin kültür sanat sayfalarını yapmaktan, sinema yazısı yazmaktan, bir dernekte tiyatro dersi vermeye kadar pek çok yere koşturduğum zamanlar. Dergide Süleyman Demirel’in demeçlerini eleştirdiğim bir yazı yazdım. Gerçekten Demirel’in o yazıyı okuyacağını zannediyordum. Yıllar bize, yazdıklarımızın kıymetini, gücünü, güçsüzlüğünü, nerelere ulaştığını, neleri değiştirdiğini ya da değiştiremediğini gösterdi. Yazımızın gücüne, sözümüzün yerine ulaşacağına inandığımız gibi, devrim olacağına da inanıyorduk. Hayırla yâd ediyorum, pişmanlıklarla değil.
Okulsuz kalmak!
O yıllara ait bazı imgeleri hatırlatırken, iki parametreden söz alıyorum: değişkenler ve sabitler. Sabit kalması gereken değerler, ilkeler nelerdir? Bir de izlenmesi gereken değişimler, gelişmeler… Geçmişten neler getirildi, neler kaybedildi, nelerin yitirilmemesi gerekiyordu ya da neler zamanın rüzgârına kaptırıldı? Önemli olan, dökümü doğru yapmak.
Ankara Zafer Çarşısı, üniversite yıllarımın mekânlarından biriydi. Ankara Üniversitesi Dil Tarih’te faşistlerin işgali varken, o çarşıda toplanıp giderdik fakülteye, tek başımıza gidemezdik. Başta Toplum Kitabevi olmak üzere oradaki kitapçılarda dönemin edebiyatçıları toplanır, ayaküstü söyleşirdi. İstanbul’dan gelenlerle tanışır, konuşurduk. Oradaki iletişimin önemini o zamanlar hissediyorduk ama tam bilmiyorduk. Sonra Sanatseverler Derneği vardı, hem etkinlik hem bir buluşma mekânıydı. O dönem edebiyatın dinamosu olan etkin dergiler vardı. Örneğin, Memet Fuat’ın çıkardığı “Yeni Dergi” nin her sayısında Edip Cansever, Behçet Necatigil, Turgut Uyar, Oktay Rifat şiirleri bulurdunuz. Dönemin usta öykücülerini de… Şimdi o günlere baktığımızda bu dergilerin aslında birer okul olduğunu görüyoruz. Günümüzdeyse pek çok bakımdan okulsuz kaldık.
Mekânların, okulların bize kazandırdığı verimli alanlar çoraklaştı. Neler değişirse değişsin ben kendi payıma, bugüne kadar ne yaptıysam, ne öğrendiysem, neyi iyi yaptıysam, bundan sonra da aynını sürdürmeyi görev biliyorum. Bugüne kadar neyi iyi yaptıysak, neye inanmışsak ve nasıl var olmuşsak, değişen dünyanın parametrelerini göz önünde bulundurarak, kendi imzamızı yine kendi içinde derinleştirerek, ama doğru yerde durarak korumak gerektiğine inanıyorum. Sözümüzü korumalıyız. Koşullar ne olursa olsun en iyi muhalefet tarzının, bizden alamayacakları bu şeyi korumak olduğuna inanıyorum.
Bir satırın başında sabahlamak…
Ben okur, kitapçı, yayıncı, çevirmen, yazar, şair, yaratıcı-üretici ilişki zincirini hâlâ klasik biçimiyle önemseyen, dinamo olarak gören biriyim. Bu, yeniliklerin, değişimlerin göz ardı edilmesi anlamına gelmiyor. Hayatımda önemli yeri olan ve yokluğunu derin bir sızıyla andığım hocam ve dostum Bilge Karasu, ne zaman bir tartışma olsa, lafı şöyle tamamlardı: “Biz işimize bakalım.” Şu yalın üç sözcükte bir tutum, bir duruş var. Ne olursa olsun, işimize bakalım. Bir satırın, bir kelimenin, bir cümlenin başında sabahlamak çok önemli. Yazıyı sürdürmek, aklı sürdürmek, kalbi sürdürmek için çok önemli.
Kâğıt sıkıntısı vardı, kitaplar basılamıyordu. Genç, yeni bir yazarın kitabını bastırması mucizeydi. O yüzden deliler gibi dergilere yazıyorduk. Adımız duyulsun, bilinsin diye. Yayınevleri dosyalarımızı ya geri gönderir, ya bekletirdi. İlk üç hikâye kitabım Ankara’daki çalışma odamda, masamın çekmecesinde bekledi. Son İstanbul çekmecede bekledi, Cenk Hikâyeleri çekmecede bekledi, Kırk Oda çekmecede bekledi… ve ben hâlâ nereden geldiğini tek cümleyle açıklayamayacağım bir inatla, sebatla yazmayı sürdürdüm.
Türkiye çok heves kırıcı bir ülke. Birçok arkadaşımız yollarda kaldı. Herkesin dayanma gücü, kendine inanma ya da kendini geliştirme gücü aynı değil. Ülke bu anlamda, yazar olarak da şair olarak da kayıplar verdi. Üstelik kötü çeviriler okuyorduk. Siyasi ortamın en gergin olduğu yıllarda sol klasikler yanlış çevirilerle yayımlanıyordu. O yanlış çevirileri doğru sanan insanlar ölümü göze alıyor, bazen kendi hayatlarını, bazen başkalarının hayatını harcıyordu.
Hız kutsayıcılığı!
Şimdi manuel dönemden otomatik döneme geçtik. Teknolojinin kutsandığı daha mekanize bir düzende yaşıyoruz. Teknoloji dendiğinde, yanında kapitalizm sözcüğü de kullanılmıyorsa, benim için pek bir anlam taşımıyor. Kapitalizmin teknolojiyi nasıl yönettiğini ve yönlendirdiğini görmeden yapılan soyut bir teknoloji tapınmacılığı bizi bekleyen başka tehlikelerin de habercisi. Üstelik teknoloji, sürekli vites yükselterek hız arttırıyor.
“Ne olursa olsun işimize bakalım. Bir satırın, bir kelimenin, bir cümlenin başında sabahlamak çok önemli. Yazıyı sürdürmek, aklı sürdürmek, kalbi sürdürmek için çok önemli.”
Meskalin 60 Draje kitabımda bu hız meselesine etraflıca değinirim. Telefonların daha hızlı bağlanması, taşıtların daha hızlı gitmesi hayatı kolaylaştıran şeyler elbet. Bence asıl soru, teknolojinin bu kadar geliştiği dünyada insanlık da o kadar gelişiyor mu? Teknolojinin gelişmesiyle insanlığın gelişmesi arasında doğrudan bir bağ göremiyorum ben. Giderek uygarlık yalnızca teknolojik gelişmeyle eşitleniyor gibi. Yapay zekâdan söz ediyoruz, ama doğal zekânın kullanılmadığı bir ortamda yapay zekâyla ne işimiz olabilir?
Savaşlara, zulümlere, yıkımlara ve kıyımlara baktığımızda anlıyoruz ki, “Bu teknoloji iktidarın eline geçtiğinde nasıl kullanılıyor?” sorusu yeni bir soru değildir. George Orwell’in 1984’ü ya da James Bond filmleri farklı uçlardan bunu tartışır. James Bondfilmleri aslında teknoloji korkusu üzerine kuruludur. Çok zengin bir adam, büyük bir bilimadamını kaçırır ve insanlığı mahvedecek birtakım icatlarla uğraştırır. Teknoloji korkusu ile teknoloji tapınmacılığı arasındaki çelişik ilişki, gündelik hayatımıza sızıyor. Gelişmeyen bir insanlığın elindeki her tür teknoloji için fazladan dikkat ve hassasiyet gösterilmeli.
Bugün sağ İslami kesimlerin sloganı olan, “Biz Batı’nın teknolojisini alacağız, Doğu’nun ahlakı bize yeter,” sözünün içerdiği riyanın bugün toplumu nereye getirdiğini görüyor, içinde yaşıyoruz. Bu da ayrı bir konu.
İnsanlığın gelişmesinden söz ederken, bize ömür kazandırdığı sanılan hızın hayatımızdan neler eksilttiğinin de hesabını doğru yapmak gerek. Hız, bize başka şeyler yapmak için zaman bırakıyor, ki bu çok kıymetli bir şey. Bulaşığı o yıkıyor, çamaşırı o yıkıyor, bize zaman kalıyor. Ama artırılan bu zamanı biz ne yapıyoruz? Karl Marx’ın “boş zaman özgürlüğü” dediği bir zaman değil bu, içini nasıl dolduracağımızı bilemediğimiz boş bir zaman. Atıl zaman. Ölü zaman. İnsana yatırım yapmayan toplumlar, hızla, teknolojiyle artırdığı bu zamanla ne yapacağını bilemiyor.
Toplum, can sıkıntısını gidermek, dikkatini toplamak için sürekli şok edilme arzusu duyuyor. Giderek ihtiyaç dozu artıyor, algıda bir kabuklaşma başlıyor. İnsanların kitap okurken derinleşmeye hali kalmıyor. İyi edebiyat ağır zaman işidir. Edebiyat bir 19. yüzyıl sanatıdır aslında. Devrini tamamlamış bir sanattır. El yapımı bir sanattır. Bunu bilerek ve inatla sürdürmek gerekir.
Bu hızla neyi kaybediyoruz? Birçok şeyin yanı sıra hazzı kaybediyoruz. Türkiye toplumu muhafazakâr yapısı gereği, haz düşmanı bir toplumdur. Haz ve günah zihinlerde komşudur. Cinsel haz, daha baştan günah ve ayıptır. Kadınların cinsel hazzı zaten fitne unsuru… Yıllarca edebiyattan yalnızca fayda beklendi. Edebi bir metinden alınan dil hazzını, kurgu hazzını kazanmaksa zaman ister. Hızın kabuklaştırdığı algının buna ayıracak zamanı yoktur. Kimileri Şule Gürbüz okurken sıkılıyor, Bilge Karasu sıkıyor, Ayhan Geçgin sıkıyor. Çünkü edebiyatın aynı zamanda bir dil işçiliği, kurgu ustalığı olduğu unutuluyor. Bazı yazarları sırf dillerine olan hayranlığımız nedeniyle döne döne okuruz. Yalnızca edebiyata özgü bir haz çeşididir bu.
Bazı gençlerin kalın kitaplar için ilk yorumları, “Filme alınsın, filmini seyrederim,” oluyor. Bir romanın konusunu takip etmeyi kitap okumak sanıyorlar. Filme uyarlanan romanla, okuduğumuz roman aynı değil ki! Filmi yapan kendi okumasını filme çekiyor, seninkini değil. Ayrıca roman dili başka, film dili başkadır. Kültür endüstrileştikçe okurun yerini tüketici alıyor. Bu çağa özgü bir tüketici hızı söz konusu burada. Tüketicinin, “Elimdeki çabucak bitsin de diğerine başlayayım, ya da başka bir şeye zaman ayırayım,” hızı yüzünden, iyi edebiyatın alanı daralmış, okuru azalmış durumda.
Artık herkesin “fikri” var…
Meskalin 60 Draje adlı deneme kitabım 2000 yılında yayımlandı. Sevdiğim, ayrı bir kıymet verdiğim kitabımdır. Bir deneme kitabı olmasına rağmen 20 bin adet basıldı ve kısa sürede tekrar baskısı yapıldı. Bugün hiçbir deneme kitabım bu rakamlara ulaşmıyor. Başkalarının denemeleri de satmıyor, deneme okunmuyor, fikir okunmuyor. Çünkü artık herkesin “fikri” var. Slogan cümleler, fiyakalı sözler, aforizmalar herkese yetiyor. Teknoloji, demokratik kültürel dağılımı öyle bir hale getirdi ki, Twitter’da üç laf ediyorsan sen de yazıyorsun demek. Bir bloğun varsa bakarsın kitaplaşabilir de.
Bu, kimse yazmasın demek değil. “Herkesin bir kitabı olsun,” demiş insanım. Her kesimden, her meslekten insan, usulüne, adabına, türüne uygun olarak istediği şeyi yazabilir elbet. Bakıyorsun, bütün gazeteciler roman emeği harcamadan roman yazıyor. Gazete diliyle roman yazmak roman sanatı açısından bir kazanç sayılır mı? Herkesin köşe yazarı, herkesin oyuncu, herkesin kanaat önderi, herkesin deprem ya da terör uzmanı olduğu bir ülkede herkes her şey olabiliyor. Çünkü herkes “vasıfsız eleman”! Bunların hepsi aslında demokratik bir dağılımın değil, teknolojik bir çoğaltmanın sonucudur.
Herkesin kendi otorite alanlarını kurduğu yerde bütün bunların narsistik bünyeleri nasıl beslediğini, hemen her şeyin nasıl anlam ve içerik kaybına uğradığını görüyoruz. Bu gürültüde Dostoyevski, Tolstoy mezardan kalksa, o eserleri aynen yazsalar bile, medyada gereken karşılığı görmeyecektir. Bir şeyin hatıra değeri kazanması için nüfuz etmesi gerekir. Okuduğumuz hikâyenin ya da yaşadığımız olayın bize sızması için zaman gerekir. Hani o “ayırmadığımız” zaman…
Edebiyat gibi bir damıtma sanatının hakiki okuruna “erek okur” demeyi tercih ediyorum. Oysa kitabı herkes alır. Kitap piyasa dolaşımına girdiği anda aynı zamanda bir metadır. Üzerine etiket konuyor ve satılıyorsa bu artık bir birimdir. Kitabın yapımı, basımı ve tanıtımı için yayınevinin harcaması gereken başka emekler de var. Herkesin çok kolay bir şey olabildiği günümüzde, emek, zanaat, birikim, harcanan her türlü mesainin değeri kayboluyor. Yayınevleri çok kolay kitap basıyor, sürümden kazanma mantığı hâkim görünüyor. Büyük yayınevleri bile yazarlara yeterince editörlük hizmeti vermiyor, genç yazarlara yol yordam göstermiyor. Editörlük sadece redaksiyon yapmak, yazım yanlışlarını düzeltmek değildir. Metnin inşası, tekniği ve kurgusuyla ilgili de fikri ve önerileri olmalıdır. Editörlük bir meslektir ve bugün yayınevlerinin en önemli sorunlarından biri iyi editör yokluğudur.
Batı’ya baktığımızda, bunun arkasında büyük bir gelenek olduğu ortada. Başka bir alandan örnek vereyim: Sinemamızın Yeşilçam döneminde şahane görüntüler çekilebiliyordu. Dönemin Amerikan filmlerine yakın ışık ve gölge kontrastı yakalanabiliyordu. Renkli filme geçildiği zaman çuvalladılar. Daha pahalı bir yapım olduğundan değil; çuvalladılar, çünkü bilmiyorlardı. İlk dönem renkli filmlerimizin hepsi kötüdür, renk düzeni, ışığı kötüdür. Bugünse çok iyi. Reklam dünyası sektörleşince hem teknik ekipmanlara kavuştular hem iyi görüntü yönetmenleri yetişti. Yayıncılığın da sektörleştikçe iyi editör yetiştirmesi beklenirdi.
Twitter ’dan okunmak!
Batı’da büyük yayınevleri 100-200 yıllık tarihleriyle övünürken, aynı zamanda kataloglarında tutabildikleri yazarlarıyla da övünürler. Büyük yayınevleri gözde yazarları niye elinde tutamadığını soruyor mu? Bir de sürekli yayınevi değiştiren yazarlar görüyorum. Kaleminizle kazanamadığınız itibarı yayınevi değiştirerek, o yayınevinin markasının altına sığınarak kazanamazsınız. Sabit olan değerdir, dolaşım değil.
Twitter’da biri şöyle bir şey yazmış: “Murathan Mungan sözleri görüyorum Twitter’da, bütün kitaplarını okumuş gibiyim.” Şahane değil mi? İnternette arama yaptığınızda benim olmayan, ama altında adımın yer aldığı pek çok söz var. Kaldırılmasını rica ettiğinizde, “Türkiye’de bir tane mi Murathan Mungan var?” gibi cevaplar gelebiliyor. Yahoo’da “Murathan Mungan’ın tarihe damgasını vurmuş 20 sözü” diye bir içerik var. 16’sı benim değil.
Sosyal medyada, sakızlardan çıkan mani düzeyindeki sözler, sizin adınızla yayınlanıyor ve kabul görüyor. Çok ağır bir kirlenme var, hepsini temizlemek mümkün değil. Aslında yazarlar bu anlamda çaresiz ve savunmasız. Yazınız ve imgeniz kirletiliyor.
“Bu gürültüde Dostoyevski, Tolstoy mezardan kalksa, o eserleri aynen yazsalar bile, medyada gereken karşılığı görmeyecektir.”
Son zamanlarda öne çıkan ve özellikle anmak istediğim küçük yayınevleri var. Dünya edebiyatından kıymetli yazarları okurla tanıştıran, yerli öykücüleri ve iyi edebiyatı öne çıkaran bu yayınevlerini dikkatle izleyelim. Medyada ve sosyal medyada pek yer almıyorlar, ama edebiyata katkılarını iyi okurlar biliyor.
Oyun basan yayınevi yok. Bazı öykü ya da roman yazarlarına sorduğumda görüyorum ki, kimse oyun okumuyor. Diyalog, oyun okumadan yazılmaz. İyi bir hikâyeci de olsan, karakterleri doğru konuşturmak, sözcükleri tutumlu kullanabilmek için oyunun terbiyesinden geçmek gerekir. İlla oyun yazarı olman gerekmez.
İman gücüyle edebiyat…
Arkada sürekli derin boşluklar bırakarak ilerleyen bir kültür tarihimiz var. Cumhuriyet’in ilk yıllarında edebiyata Kemalist ideolojinin taşıyıcısı olma misyonu biçildiğinden bazı yazarlar gözlerden uzak tutuldu, kıymetleri bilinmedi. Sonrasını da dönem eğrileri belirledi.
Edebiyat furyalaştı. Köy Enstitüsü çıkışlı köy romanları, ardından 12 Mart edebiyatı baskın eğriler oluşturdu. Bunlar hep dönem “aura”larıydı. Sol kesim sağ kesimin, sağ kesim sol kesimin yazdıklarını okumuyordu. Nahit Sırrı Örik’i, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Abdülhak Şinasi Hisar’ı, Oğuz Atay’ı daha sonra konuşmaya başladık. Ana-akım medyası öncesinde de böyleydi. Medya sadece ilerleyen teknoloji ve kapitalizmin gelişmesiyle bu aşamaya gelmedi. Her dönem, kendi ölçüleri içinde kendi medyasını yarattı. Pek çok kitap ve yazar edebi değeriyle değil, siyasal kimliği nedeniyle öne çıktı.
Kaset ve plak zamanı, “İMÇ’nin (İstanbul Manifaturacılar Çarşısı) kapısının önünden geçene kaset çıkarıyorlar” denilirdi. Maalesef, bugün de bazı büyük yayınevleri aynı şeyi yapıyor. Yeterince editörlük ve yayıncılık servisi verilmemiş yazarları adeta “piyasaya sürüyor”. Dergiler için de bu geçerli. Eskiden dergilerde de bir eleme vardı. Daha seçici davranılırdı. Dergilerin içeriği daha dolgun olurdu.
Edebiyat el sanatıdır; hatta günümüzde iyice “iman gücüyle” yapılan bir sanata dönüştü. Bizim kuşak, bizden önceki yazar kuşağına göre daha şanslı. Her ne kadar yine hapishaneye atılıyor, sürülüyor, sansüre uğruyorsa da sadece yazarak geçimini sağlayan yazarlar yetişmeye başladı. Geçmişe göre dünya edebiyatını daha yakından izleyebiliyoruz, farklı dillerde yazılmış metinlerden doğrudan çeviri yapabilecek değerli çevirmenler kazandık. Artık edebiyatı, sadece iman gücünden, yazarların sabrından, çevirmenlerin inadından, küçük yayıncıların direnme gücünden çıkaracak köklü bir düzenleme gerekiyor.
Bir hayalim var…
Anlamışsınızdır, benim önemsediğim şey, emek, bilgi, birikim. Sektörün her unsura önce emek vermesi gerektiğini anlamasını bekliyorum. Bugün iktidar tarafından teslim alınmış medyada pek çok değerli edebiyatçı yer almıyor. Televizyonlarda kültür programları yapılmıyor. Büyük gazeteler, yandaş değilseniz ya da solcuları yıpratacak şeyler söylemeyecekseniz sizinle konuşmaya yanaşmıyor. Kültürel bağışıklığı olmayan insanlar, tüm bu gelişmeler karşısında yönsüz kalıyor. Piyasaya sürekli pompalanıp duran kitaplar, yazarlar karşısında sersemliyor. Bir hayalimi, bir düşüncemi paylaşmak isterim. Olur mu olmaz mı, kimler destek çıkar, böyle bir yükün altına girer, bilmiyorum, ama şöyle bir ansiklopedi yapsak: Edebiyatçılar ve gazeteciler bir araya gelse… Son 18 yıldır Türkiye’deki bütün hukuksuzluklar, haksızlıklar, yolsuzluklar hakkında, herkesin birer ikişer madde yazarak katkıda bulunduğu bir dönem ansiklopedisi yapsak… Bizden sonrakilere nasıl bir miras kalır, hayal ediyorum. Çünkü bütün bu sersemletici hız içinde, sosyal medyadaki köpürmelerin sisinde kaybolacak ne çok şey var. Her sözlük maddesinin, kıymetli imzaların diliyle yazıldığı böyle bir ansiklopedi, 18 yıllık bir hükümranlığın altında nasıl bir infaz listesi olduğunu tarihe nasıl not düşer, merak ediyorum.
Belki çocukça bir hayal, ama olursa ne güzel olur, değil mi?..