Okuma Kültürümüz İçin Büyük Tehdit: Sansür ve Otosansür
Eyvah Kitap!’ın yazarı Mine Soysal, yayıncılık deneyiminden, okurla sürekli iletişiminden, okuma kültürümüzü geliştiren uzun soluklu projelerden çıkarsamalarıyla okuma hak ve özgürlüklerini tehdit eden yaklaşım ve uygulamalara dikkat çekiyor. Özellikle çocuk ve gençlik edebiyatı kitapları için sık rastlanan yasakçı uygulamaların olumsuz sonuçlarını göz önüne sererken, farklı alanlardan değerli uzman konuklarına söz veriyor.
Okuma kültürümüzün ezeli ebedi düşmanı sansür ve otosansürün gündelik yaşamlarımıza, işimize, duygu ve düşüncelerimize yansıyan şiddetli etkilerini ve sonuçlarını dile getirecek, bu sinsi saldırganla başa çıkmak için bakış açımızı genişletmeye çalışacağım. Görüşlerine yer vereceğim üç değerli konuğum, farklı uzmanlıklarıyla bizi aydınlatacaklar.
Okuma kültürümüzün kilit taşı…
Okuma kültürü, binlerce yıllık zeytinlikler gibidir. İçine doğarız, onun içinde, sunduklarıyla yaşarız. Cismimiz yokken de vardır, bizden sonra da devam eder. Sözlü ve yazılı kültürün yarattığı zihinsel bir ortamdır. Aynı zamanda çeşitli kurumların sorumluluğunda korunması, geliştirilmesi beklenen kamusal bir ortamdır. Hepimizin ortak ve eşit kullanımına açıktır, hepimize aittir.
Çağdaş dünyada okuma kültürünün üreticisi yayıncılıktır. Yayıncılık, kendi içinde evrensel tanımları yapılmış ana kategorilerde üretim yapar. En çok okuru olan, en yaygın kategori “kültür yayıncılığı” adıyla tanımlanır ki, yetişkin kurgu (edebiyat) ve kurgu dışı (araştırma-inceleme) kitapları ile çocuk ve gençlik kitaplarından oluşur.
Günümüzde teknolojinin nimetleri sayesinde okuma ihtiyacımızı, basılı kitapların yanı sıra e-kitap, sesli kitap ya da hibrit dijital seçeneklerle de karşılıyoruz. Genişleyen, çeşitlenen bu olanaklar sayesinde engelliler, yaşlılar, fiziki koşulları nedeniyle kitaba erişim güçlüğü çekenler de yayınlardan yararlanabiliyor.
Yayınevlerinin ürettiği kitaplar iki yolla okura sunuluyor: İlki; kitapçılar, dağıtımcılar, online platformlar gibi satış noktaları üzerinden ticari yollarla. İkincisi; kütüphaneler, okullar, üniversiteler ve medya üzerinden kamu hizmeti yoluyla. Bir yayın, yaratılmasından üretimine, lojistiğinden okura ulaştığı son âna dek, çok farklı iş kollarının emek süreçlerinden geçer. Bugün okuma kültürü dediğimiz geniş kavram, yayınevlerinin ve bütün paydaşlarının emeğine dayalıdır.
Okuma kültürümüzün kilit taşı, kitap okuma hak ve özgürlükleridir. Özgürlük; insan haklarıyla, kültürel mirasla, ustalık ve birikimle, kolektif bilinçle ilintilidir. Özünde hem bireysel hakları hem de toplumsal yararı gözetir. Yayıncılık ise, düşünce ve ifade özgürlüğü temelinde yükselen bir yapıdır. Yayıncılığın işlevi, insanlığın kültürel çeşitliliğini korumak ve yazılı kültür mirasını kuşaktan kuşağa taşımaktır. Bunu sağlayacak olansa yayımlama özgürlüğüdür.
Okuma kültürü, binlerce yıllık zeytinlikler gibidir. İçine doğarız, onun içinde, sunduklarıyla yaşarız.
Siyasi çıkarlar uğruna uygulanan sansür…
Sansür ve toplumsal izdüşümü olan otosansür bütünüyle siyasidir. Okuma kültürüne hizmet etmek ne kelime, tersine okuma kültürünün can düşmanıdır.
Sansür, siyasi çıkarlar uğruna toplumun kontrol altına alınması, kolayca manipüle edilmesi ihtiyacından doğar. Bunu hızla uygulamak ve meşrulaştırmak için dini, ahlaki, ekonomik, sosyal her türlü zihinsel ve biçimsel şartlanmayı kullanır. Toplumun hassasiyetleriyle oynamakta, kafaları karıştırarak kuşku ekmekte beis görmez.
İktidarların siyasi çıkarları uğruna uygulanan sansür, devletin tüm organlarını etkili kullanma ve medyadan işyerlerine, okuldan aileye kadar toplumun tüm katmanlarına yasakçı zihniyeti dayatma olanaklarına sahiptir. Bugün, Eğitim Bakanlığı’nın, Kültür Bakanlığı’nın, Aile Bakanlığı’nın özellikle çocuk kitaplarına yönelik uygulamalarında bunun çok sayıda örneğini görmek mümkün.
Örneğin, 2018’de Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlanan “Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu”nun işlevi hayli karışıktır. Tüm dünyada çocuklar ve gençler tarafından okunan birçok edebiyat eserini, “18 yaşından küçüklerin maneviyatı üzerinde muzır tesir yapacağına” hükmederek müstehcenlikle suçluyor bu “kurul”. Eserlerin sadece “poşette satılmasına” izin veriyor, okuma kültürünün parçası olan bazı kitapları görünmez kılmaya çalışıyor.
Kültür Bakanlığı’na bağlı halk kütüphanelerinde bulunan bazı kitaplar, “şikâyet geliyor!” bahanesiyle sessiz sedasız erişimden kaldırılıyor. Toplumun büyük bir kesiminin kitaba ücretsiz ulaşmasında en yaygın hizmet sağlayıcı olması beklenen halk kütüphaneleri! Hem de çağdaş kütüphaneciliğin evrensel etik ilkelerinden biri, “düşün ve sanat ürünlerine yönelik sansüre karşı çıkmak ve düşünce özgürlüğünü savunmak” maddesiyken!
Yayıncılığın işlevi, insanlığın kültürel çeşitliliğini korumak ve yazılı kültür mirasını kuşaktan kuşağa taşımaktır. Bunu sağlayacak olansa yayımlama özgürlüğüdür.
Edebiyatta sansür tesadüfi değildir!
Eğitim Bakanlığı gibi bu bakanlıkların da internet sitelerinde “şikâyet” linkinin baş köşelere yerleşmesi, CİMER’e her gün yüzlerce “kitap şikâyet notu” bırakılması da geldiğimiz noktanın vehametinin göstergesidir. Çeviri edebiyat eserleri bile, “Türk ve İslam sentezine uygun değil” gerekçesiyle yasaklanmak istenirken, yayıncılar, yazarlar, çevirmenler hakkında sürekli yeni soruşturmalar ve davalar açılıyor.
Sansürün edebiyat eserlerini hedefe koyması tesadüfi değildir. Edebiyat, şiir, felsefe; okuma kültürünün içinde sonsuzca çağlayan en derin nehirlerdir. Edebiyat, her insanın ruhuna, kalbine erişen ortak bir sestir. Bunun için bütün dünyada en güçlü olandır, bunun için kolayca yayılır ve daha çok okur tarafından arzuyla tüketilir.
Yasakçı zihniyet için bu tehlikelidir; öncelikle denetlenmeli, manipüle edilmelidir. Bu yüzden edebiyat kitaplarının da “uygun” olup olmadığını sorgular ve topluma da bunu düşündürtür. Ortaya listeler çıkar, yasak yazarlar, yasak türler, zararlı temalar çıkar. Ortaya eksiltilmiş, değiştirilmiş metinler çıkar. Bu bozulmuş eserleri okurken zevk alamamak, okuduğunu anlayamamak ya da yasaklanan kitaplar sayesinde merak ettiğini, sevdiğini okuyamamak edebiyattan, okumaktan uzaklaşmayı çok hızlı sağlar.
İlk konuğum, deneyimli yayıncı Kenan Kocatürk, bize evrensel ve ülkesel boyutuyla yayımlama özgürlüğünün anlamını özetleyecek.
Kenan Kocatürk’e paylaştığı bilgiler ve zihin açıcı görüşleri için teşekkür ediyorum.
Sansürün en görünmez ama en acıtıcı etkilerinden biri de yaratıcı zihinlerde neden olduğu tırpandır. Yazar, çevirmen, editör, illüstratör; işini özgürce üretmek yerine bilinçli ya da bilinçsiz bir usanma duygusuyla vazgeçişlere kapılabilir. Kendini otosansürün can yakan kıskacında bulup yazamaz, çizemez hale gelebilir…
Otosansür, sansürün toplumsal izdüşümüdür!
Otosansür için, sansürün toplumsal izdüşümüdür demiştim. Siyasi iktidarın sansür zihniyetine ve uygulamalarına bireysel rıza anlamına gelen otosansür insanları sanatın, bilimin, gerçeğin uzağına savuran bir aldanıştır.
Okuma kültürünün harcı sözdür, dildir, edebiyattır. Edebiyat, insani değerleri, insanlığın birikimini açık mesajlar halinde doğrudan ifade etmez; onun yolu daha yaratıcı, daha düşünceye dayalıdır. İyi-kötü, ciddi-komik, farklı-benzer, dostça-düşmanca gibi sayısız çatışmayı hikâye ederken kişileri, tutum ve davranışları, mekânları ve dönemleri harmanlar. Bu harmanlama ne kadar ustaca yapılmışsa okurda o kadar yeni düşünce, hayal, soru doğar. Edebiyatın zihinsel doğası tam da buna yarar; her insana eşit ama farklı yakınlığı bundandır. Otosansürün amacı, okurun işte bu “dolaylı zihinsel kazanım” sürecine müdahale etmektir.
Bizimki, çocuklarına, gençlerine güvenmeyen bir toplum. Onlara güvensizliğimiz, aslında kendimize güvensizliğimizin yansıması. İşin kötüsü, bununla yüzleşmek yerine görmezden geliyor, cahilce bir özgüvenle davranıyoruz. Çocukları aptal yerine koyuyor, okuduğu her şeye şıp diye inanacağını, öyle davranacağını sanıyoruz. Gözümüzde önyargı gözlükleri, dinlemeden, anlamadan onları küçümsüyor, ciddiye almıyoruz.
Otosansür, çocuğun, gencin zihinsel gelişimine hükmetme girişimidir. Yaşı kaç olursa olsun bir insanın okuma hak ve özgürlüklerini kısıtlamaya, kontrol altına almaya, izne ya da onaya tabi kılmaya hiç kimsenin hakkı yoktur.
Hani anadilimiz evimizdi!
Bizimki, çocuklarına, gençlerine güvenmeyen bir toplum. Onlara güvensizliğimiz, aslında kendimize güvensizliğimizin yansıması.
Sansür ve otosansürün karanlık tuzaklarına sıklıkla düştüğümüz anlar hiç de az değil. Örneğin, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ne dayanan okuma kültürünün temel taşlarından biri de anadilde okuma ve yazma hakkıdır. Ancak ülkemizde büyüyen bazı çocuklar bu en temel haklarından yoksunlar. Bu çocuklar ders kitaplarını ya da edebiyat eserlerini anadillerinde okumak şöyle dursun, farklı dilde şarkı söylenmesinin bile yasaklandığına tanık oluyorlar. Hani anadilimiz evimizdi!
Edebiyat kitaplarından korkulur mu? Maalesef, bizde korkulur! Bugüne dek kitaplara ilişkin sohbet ettiğim sayısız eğitimci ve ebeveynden en çok duyduğum şeydir: “Aman o konulara hiç girmeyelim, sorun çıkmasın!” Demek istenen aslında şudur: “Ben bu konuları çocuklarla nasıl konuşacağımı, sorularına ne cevap vereceğimi kestiremiyorum. Başıma iş açılmasın!” Bu, çağdaş çocuk ve gençlik edebiyatı eserlerini takip etmek, okumak yerine çoğunu baştan reddetmek, yok saymaktır.
Çocukların da ailelerin de olası sorularına yaratıcı, düşündürücü, sığ olmayan cevaplar aramak çaba gerektiriyor. Kitabı okumak, üzerinde düşünmek, hem bütünlüğünün hem de ayrıntılarının tadına varmak, yazarını ve diğer kitaplarını araştırmak, bir görüş oluşturup kendi cümlelerimizi kurmamız gerekiyor. Oysa çoğu eğitimci, bu zihinsel hazırlığa girişmek yerine daha en baştan, “Çok kitap var, hepsini nasıl okurum!” diye düşünüyor.
Günümüz dünyasında türlü küresel ve ülkesel felaketin içine doğmuş çocuklarımıza izledikleri, bildikleri, bizzat yaşadıkları, merak ettikleri konuları binbir temayla işleyen kitapları önermeye, okutmaya korkmak otosansürdür. Kitapları paylaşmamak, onları her tür kitaptan haberdar etmemek doğrudan sansüre hizmet etmektir.
Çocuğa ve ergene bakış açımız hayli tekinsiz.
Çocuklar her gün; ayrılmış ebeveyn, aşk, savaş, şiddet, cinsel istismar, cinsiyet kimlikleri, göçmenlik gibi temaların içinde yaşadıkları halde bunları yetişkinlerle açıkça konuşamıyorlar. Oysa onlarla bu zorlu konularda da özgür ve entelektüel bir iletişim kurabilmek için en güvenli kolaylaştırıcı, edebiyat eserleridir.
Otosansür gözlüğü takanlar, edebiyat eserinin bütünlüğünü göz ardı eder ve metnin ayrıntılarında adeta “suç” unsuru ararlar. Metinden cımbızlanan sözcüklerden, deyişlerden, diyalekt gibi renklerden korkulur. Bir çocuk romanında sokak serserisi, “Heyt lan, bana bak!” diye bağırmasın; aile büyükleri evlerde asla şiddet uygulamıyormuş gibi anlatılsın; tipik bir Laz karakter, “Uy uşağum, al oni getur dağğğ!” demesin istenir. Hatta işin içine desenler de eklenir ve bir kitap, “Banyo yapan çocuğun poposu neden görünüyor?” diye şikâyet edilebilir.
Çocuğa ve ergene bakış açımız hayli tekinsiz. Çocuk, kontrol edilmesi, manipüle edilmesi gereken bir varlık değildir. Sevgi ve şefkatle kucaklanması, kişisel haklarına saygı gösterilmesi gereken bir insandır. Bunun için çocuğun haklarını bilmeye, kırılgan ama güçlü doğasını anlamaya ihtiyacımız var.
Şimdi klinik psikolog, pedagog İnci Vural, çocukluk ve ilkgençlikte karşılaşılan sansür ve otosansürün etkilerini özetleyecek.
İNCİ VURAL
Uzman klinik psikolog, pedagog Çocuk ve gençlik kitapları, aşı gibidir. Edebiyat, soyut dünyayı anlamlandırmasında çocuğun oyundan sonra tanıştığı en önemli geçiş alanıdır. Adeta kelimelerle oynadığı bir alan diyebiliriz ona. Sembolik düşüncenin gelişmesinde, esnek düşünme becerilerinin ve empatinin artmasında, çocuk kitaplarının önemi son derece büyüktür. Çocuk edebiyatı, gerçekle fantezi arasında bir yerde durur –ki bu nokta, aslında ebeveynin de durması gereken yerdir. Canavar, hırsız gibi hepimizin zihninde var olabilen şeylerin, çocuğun aklında, gerçekle fantezi arasında bir yerde tutunabilmesi olağandır. Oysa günümüzün ebeveyni gerçeklikte aşırı ısrarcı. Her şeyi gerçeğe çekmeye çalışır, kitabı bile değiştirerek okuyabilir. Çocuğun kitaptan olumsuz etkileneceğini düşünmek, anne babaların kendi korkularıdır genellikle. Ursula K. Le Guin’in bir sözü var: “Canavarlara inanmayanlar, bir gün canavarlar tarafından yutulmaya mahkûmdur.” Gerçekten de edebiyatın soyut oyun alanında, çocukla birlikte canavarlara da inanmak gerekir. Olumsuz yaşantıların ve duyguların olduğu hikâyeleri de çocuğun deneyimlemesine fırsat vermek gerekir. Çocuk ve gençlik kitaplarında, gerçek hayata dair işlenen pek çok konu, çocuk için aşı gibidir. Bu duygu ve durumları küçük dozlarda ve ailenin sarmaladığı bir ortamda alan çocuk, gerçek hayattaki çok daha kötü anlara, yaşanacaklara karşı aşılanmış olur. Anne baba da çocuk edebiyatını okursa, o da fantezi dünyasına girebilir. Aynı zihinsel aktivitenin içinde ebeveynle birlikte ulaşılan ara gerçeklik önemlidir. Çünkü ruh sağlığının temeli, tam da bu ara gerçekliktir. Yani görünenin ardındakini anlama süreci, kendisini, kendinden çok farklı birinin yerine koyabilme becerisi, başka bir insanın yaptıklarını onaylamasa bile varoluşunu kabul etme erdemi gibi kazanılan çok büyük katkılar vardır. Bu tür soyutlama ve esnek düşünme becerilerinin erken dönemde kazanılmasının insanı katı düşünce ve takıntılı davranışlar (obsesyonlar) geliştirme riskinden uzak tuttuğuna ilişkin pek çok araştırma bulunmaktadır. Anne baba çocuğuyla birlikte bir kitabı okurken, tartışırken, farklı gerçekleri deneyimlerken çocuğunu anlamaya ve yönlendirmeye çalışır. Aileler genelde din, azınlık konuları, korku içerikleri ve siyasi konulardan tedirgin olup bunları işleyen kitapları elemek isteyebilir. Aynı sansür kurullarının yaptığı gibi. Ancak, çocuğun okumayı seçtiği malzemeyi engellemek yerine, tercihlerini izleyip bize kendisi hakkında verdiği bilgileri kullanmamız önemlidir. Öğrenmenin değil, düşünmenin parçası olarak okuma serüveni… Çocuk resim yaparken sürekli siyah rengi kullanıyorsa boyaları ortadan kaldırmak yerine, bu renk seçiminin ondaki anlamını bulmaya çalışırız. Çocuk sürekli zorbalıkla ilgili ya da LGBTİQ haklarıyla ilgili kitapları seçiyorsa, hem bize bir şey demek istiyordur hem de bunları okuyarak bir şeylerin üstesinden gelmeye çalışıyordur, diyebiliriz. Zorbalıkla ya da LGBTİQ haklarıyla ilgili kitap seçen çocuk illa ki zorba ya da eşcinsel olacak demek değildir. Onun orada kendisiyle ilgili anlamak istediği bir şey vardır ve biz de kitap üstünden konuşursak kendisini anlamasına yardımcı olabiliriz. Ailelerde, çocukları korumaya yönelik bakış açısında, çocuğun okuma serüvenini “öğrenmenin” bir parçası olarak ele alma kaygısı var. Oysa çocuğun okuma serüvenini, öğrenmenin değil “düşünmenin” bir parçası olarak ele almak gerekir. Çocuğun öğrenmesi için hayat ve okul var. Çocuk kitapları ise bize yeni dünyalar açar, düşünmeyi, hayal kurmayı ve dünyayla kurduğumuz ilişkiyi zenginleştirmemize yarar. Dünyadaki farklı oluş ve davranışları, varoluş biçimlerini anlamamıza yardımcı olur. Çocuğu ve genci okuma ediminde de kontrol altında tutmaya, manipüle etmeye çalışmak, onlara güvenmediğimizin göstergesi aslında. “Çocuk bizimdir ve o bir hamurdur. İşte bu yüzden onu biz biçimlendiririz,” gibi bir bakışı temsil eder. Diğer taraftan yüzyıllar süren insan olma mücadelesinde, hem kadının hem de çocuğun geldiği nokta, “Çocuk, yetişkinlerin nesnesi değil, hayatın öznesidir,” diyerek tanımlanabilir. Otuz yıldır klinik psikoloji ve pedagoji alanında çalışan bir uzman olarak, her türlü konunun çocuklarla konuşulmasının, konuşulmadan bırakılmasından çok daha faydalı olduğunu gördüm. Tüm bilimsel çalışmalar da, söze dökülen durumların davranışa dönüşme riskini azalttığını destekler. Maalesef hayattaki pek çok olumsuz durumu yok farz edemeyiz. Biz yok farz edince bir şey yok olmuyor. Dolayısıyla, çocukların her konuda bilgi sahibi ve fikir sahibi olması lazım. Hayatın pek çok yönünün farkında olmak, çocuk ve genci gerçek hayatın tehlikelerine karşı daha güçlü kılar. |
İnci Vural’a, uzman yaklaşımıyla paylaştıkları için teşekkür ederim.
Çağdaş dünyada okuma kültürüne çıkan en kısa yol, artık nitelikli çocuk ve gençlik edebiyatından geçiyor. Bu yolda güvenle ilerlemek, bazen yavaşlayarak bazen hızlanarak okurluk deneyimi kazanmak için en büyük sorumluluk ise okullarda. Ne yazık ki ülkemizdeki çoğu okul, hem resmi programın siyasi dayatmaları hem de velilerin ahlaki beklentileri arasında sıkışmış, otosansürün görünmez ağlarıyla sarılmış durumda.
Okuma kültürünün bayrak koşucuları: Öğretmenler ve kütüphaneciler…
Okullardaki yaygın uygulama, okunan kitapla yaptırılan “sonrası” çalışmalar ve bunların çoğu, çocukları edebiyattan soğutmak, uzaklaştırmak için birebir. Kitaba ilişkin sığ sorular ya da anafikir sormak, özet çıkarttırmak, sınav yapıp not vermek, zaten derslerden bunalmış çocukları çabucak yıldırıyor. Öte yandan öğrencilerine zengin seçeneklilikte, nitelikli kitaplar okutmak isteyen öğretmenlerinse hevesi kursaklarında kalabiliyor. Önerdikleri kitaplar yüzünden şikâyet edilen, soruşturmaya uğrayan eğitimcilerin sayısı az değil.
Çocuk, kontrol edilmesi, manipüle edilmesi gereken bir varlık değildir. Sevgi ve şefkatle kucaklanması, kişisel haklarına saygı gösterilmesi gereken bir insandır.
Eğitimde otosansürün özneleri sayısız… bazen veli WhatsApp gruplarında, bazen meslektaşlar arası tartışmada, bazen yöneticinin uyguladığı cezada ya da sosyal medyadaki linç girişiminde… Kitabı öneren öğretmeni de, yayımlayan yayınevini de suçlu ilan etmek en kolayı. Hal böyleyken eğitimcilerin önyargılardan arınması da velilere örnek olması da daha önemli. Çünkü sansür gibi, gizil gücü otosansürün de baş tetikçisi önyargılardır.
Öğretmen, çağdaş çocuk ve gençlik edebiyatını takip etmez ve okumazsa, sınıfına, öğrencisine göre kitap önerme işini yapamaz. Başkalarının görüşlerine bel bağlar, hazır listelerden medet umar ve ilk engelde duvara toslar. Kitapları okumadan, bilmeden öğrencilerine öneren öğretmen, velinin şikâyeti karşısında söyleyecek söz bulamaz, ne kitabı ne kendini ne de öğrencisini savunabilir.
Kenan Kocatürk’ün az önce alıntıladığı gibi “cahilin ferasetine güvendiği, cehaletin kutsandığı” bir dönemdeyiz. Evet, sansür çoktan kazanmış, görevini artık otosansür üstlenmiş gibi görünebilir. Ancak, okuma kültürünün asıl bayrak koşucuları, öğretmenler ve kütüphanecilerdir. Onların her çocuğa, her insana dokunma ve özgür düşüncenin tohumlarını yeşertme gücü benzersizdir. Kitapları savunan eğitimciler; çocukları, ailelerinin standartlarından daha yüksek bir noktaya ulaştırabilir. Hepimizin kişisel öyküsünde var olan, minnetle hatırlanan, yüreğimizi titreten sayısız öğretmenimiz gibi…
Sansür ve otosansürün okul yıllarındaki etkilerini, son konuğum Cahit Ökmen engin deneyimiyle aktaracak.
CAHİT ÖKMEN
Ankara ODTÜ Geliştirme Vakfı Okulları eğitim yöneticisi, şair Bir kötülük aracı olarak “sansür”! Sansür, insanın gelişimini ve özgürleşmesini, başka hayatlarla ve bireysel-toplumsal gerçekliklerle temas etmesini engelleyici bir kötülük aracıdır. Bu işleyiş çocukların metinlerle buluşturulduğu eğitim kurumlarında ve ebevenlerde kaygıyı körükleyen bir etki yaratıyor, otosansürü güçlendiriyor, okullar ve evler “sansür adacıklarıyla” kuşatılıyor. Bunun sonucunda o mücevher çocuklar, gençler, bezdirici bir öğüt söylemine dayalı, hayal gücünden ve çeşitlilikten yoksun kitaplarla bir araya getirilerek “eğitilmeye” çalışılıyor. Nitelikli hiçbir edebiyat yapıtı doğrudan eğitmeye, bilgilendirmeye, öğüt vermeye, doğruları yanlışları göstermeye yönelmez. Bu eğitim kitaplarının işidir. “Okuma eylemi”, her şeyden önce, yan yana gelen sözcüklerle oluşan dünyalardan, o dünyaların dil mucizesiyle yaratılmış sonsuz çeşitlilikteki kurgularından tat alarak, insanın ve hayatın hallerine ilişkin farkındalık geliştirmeyi içerir. Edebiyat eğitmez mi, öğretmez mi? Adnan Binyazar’ın sözleriyle, “Edebiyat öğretmez; ancak edebiyatın öğrettiğini de başka hiçbir şey öğretemez.” Bunu yaşantıların, olayların, durumların içinden dolaylı olarak gerçekleştirir. Edebiyatın bilgisi, insanın derinlikleriyle karşılaşmanın, farklı bakış açıları edinmenin, doğayı, canlıları ve nesneleri özgün ve özgür bir sezişle kavramanın, hissetmenin bilgisidir. Yaşam inceliklerini fark etmenin, içgörü kazanmanın, hayatın içinde bir duruş edinmenin keşfidir bu aynı zamanda. Çocuk kitapları yazarı Miyase Sertbarut, çocukların kitaplarla olan etkileşimini şu cümlelerle ne güzel ifade etmiş: “Okurken empati kurarsın, kendini bir başkasının yerine koyarsın. ‘Başkaları da var, benim gibi düşünmüyorlar, benim gibi giyinmiyorlar; evleri, sokakları başka, ama ortak yanlarımız da var; duygularımız, heyecanlarımız, acılarımız, sevinçlerimiz, arkadaşlık biçimlerimiz benziyor,’ demeyi öğrenirsin. Farklıyı reddetmez, farklıyla kaynaşmayı, barışmayı öğrenirsin. Okumak, insanı bu yüzden özgürleştirir. Babanın ayağındaki prangayı fark edersin ve sen prangalı biri olmak istemezsin. Annenin kalbindeki bastırılmış hisleri ve neye yol açtığını anlarsın. Anlamak öfkeyi, nefreti azaltır, şefkati çoğaltır.” Edebiyat eğitimi, sanat, duyarlık ve düşünce eğitimidir, anlama ve anlatma becerisi geliştirme eğitimidir. Çocukların okuma seçeneği ne kadar zenginse dünyayı kavrayışı da o kadar zenginleşir. Nitelikli kitaplar aracılığıyla, başka hayatlarla gerçekliklerle temas etme olanağı bulmuş öğrencilerin duygu ve düşüncelerini dille örgütleme becerisinin çok daha derinlikli ve yaratıcı olduğunu gözlemliyoruz. Evrensel değerler doğrultusunda, çocuğun yaşamında yer alan, çocuğun deneyimlediği ya da deneyimleme ihtimali olan her şey çocuk kitabına konu olabilir. Asıl olan, anlatım olanaklarının bu konuları ele alırken nasıl kullanıldığı, çocuk edebiyatı için de bütünüyle geçerli olan edebiyat estetiğinin nasıl uygulandığıdır. Eğitim öğretimde üç güvensizlik… Zorlu, hassas konuları çocuklara anlatmakta edebiyat en güçlü araçlardan biridir. “Çıtır Çıtır Felsefe” dizisinin yazarı Brigitte Labbé, yetişkinlerin kaygılarıyla yüzleşmesi gerektiğini hatırlatır ve şöyle der: “Çocuk bir kitabı okurken ya da kitabı bitirdikten sonra gelip size okuduğu şey karşısında çok şaşırdığını, kafasının karıştığını, rahatsız olduğunu söyledi. Bundan keyif duyalım, çünkü bu olağanüstü bir şey! Her şeyden önce kitap üzerine düşeni yapmış, çocukta bir düşünce, bir duygu, bir fikir uyandırmış demektir. Böyle bir anda yapılması gereken şey çocuğa eşlik etmek, ona sorular sormak. Onu kitapta neyin etkilediğini ya da kitapta hoşlanmadığı şeyin ne olduğunu anlamak. Bu, harikulade bir tartışmanın, sorulacak yepyeni soruların, çocuk ile yetişkin arasında derin bir sohbetin başlangıcı olabilir.” Eğitim öğretimde otosansür üç “güvensizlik” durumu yaratıyor: çocuklara güvensizlik, öğretmenlere güvensizlik, yazara güvensizlik… Çocuklarımızı, tabu saydığımız konular onlara değdiğinde, her an bozuluverecek oyuncaklar gibi algılayabiliyoruz. Dünyanın en iyi çocuk edebiyatı yazarlarından biri olan Christine Nöstlinger’in Günışığı Kitaplığı’nca basılan gençlik romanı Evde ve Uzakta’sı sansürün hışmına uğrayıveriyor. Neden? Yetişkin ve ergen tutumlarını eğrisi ve doğrusuyla işlediği için, oluşturmak istedikleri toplumsal cinsiyet inşasına uygun düşmeyen sorgulama alanlarına sahip olduğu için. Örneğin, bir katilin edebiyat ve sanat aracılığıyla dönüşümünü yetkinlikle ortaya seren, ON8’den çıkmış Katilin Gözyaşları adlı kitabın, adının, roman kişisinin ve konusunun yarattığı ürkeklikle kaç eğitim kurumunun okuma kitapları arasına girebileceğini sizlerin takdirine bırakıyorum. Sansür uygulamalarına karşı en etkili şeylerden biri, öğretmenlerin, ebeveynlerin, okurların sansür gerekçelerini oluşturan tuzağa düşmeyecek özgür bir bilince ve sorgulama becerisine sahip olmalarıdır. Öğrenciyi kendini ve hayatı keşfettirmeye, sorgulatmaya yönelik bir yaklaşımın hayata geçmesi, öncelikle eğitimcilerin kendi “eğitim-öğretim zihniyetlerini” sorgulamalarıyla olanaklıdır. Seçimlerinin ve bunun sonuçlarının arkasında durmayı sağlayacak argümanlara sahip olma gücüne güvenmelidirler. Otosansürün yarattığı, “suya sabuna dokunmayan güvenli limanların”, hayatın, sanatın ve insancıl değerlerin içini boşalttığını unutmamalıyız. İnsanları nesneleştirerek otoriter ilişkileri yeniden üreten hiçbir pratik, özgürleştirici olamaz. Özgürleşme ve gelişme pratiği biraz da “her şeye rağmen”i göze almayla ilişkilidir. Bu pratiğin bilinciyle donanmış bir eğitimci için duvarlar yoktur. Özellikle vurgulamak isterim, öğretmen öğrencinin kaderidir. Sözlerimi yazar, aktivist L. R. Knost’la sonlandırmak istiyorum: “Bizim görevimiz, çocukları zalim ve kalpsiz bir dünyaya karşı güçlendirmek değildir. Bizim görevimiz, dünyanın zalim ve kalpsiz olmamasını sağlayacak çocuklar yetiştirmektir.” Eğitim alanında da sahici ve anlamlı olabilecek her oluşum “insancıl bir yaşama kültürünün” içselleşmesine bağlıdır. Bu da sansüre ve sansürcülere hayır’dan geçer. |
Cahit Ökmen’e eğitimci gözünden dile getirdikleri için çok teşekkür ediyorum.
Evet, okuma kültürümüzü her yolla tehdit eden sansür ve otosansüre “hayır!” diyecek, karanlığı hep birlikte aydınlatacağız. Bilimle, sanatla el ele, cesaretle çalışacak, ülkemizde yaratılmak istenen kültürel çölleşmeye izin vermeyeceğiz.
Öğrencilerine çağdaş edebiyatı önermekten vazgeçmeyen, öğrencilerini okunan kitaplar üzerine felsefi tartışmalara davet eden, çocuklarla birlikte özgürce düşünmekten, sorular sormaktan, birlikte öğrenmekten yılmayan tüm öğretmenlerimize, kütüphanecilerimize selam olsun!