Yayıncılığın krizle imtihanı
40 yılı aşkın süredir yayın dünyasına farklı alanlarda emek veren Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Kenan Kocatürk, sektörün 2019 başlıklarını değerlendiriyor, 2020 yılında yayıncılığı bekleyen meselelere işaret ediyor.
Son 5 yılda bağımsız yayıncılığımız önemli bir gelişme katetti. 2004 yılında çıkan telif hakları yasası, korsanı kamu suçu ilan ettiğinden bu yana sektör büyümeye başladı. Elbette sorunlarıyla birlikte büyüdü. Yayıncılık sektörümüz, yazarıyla, editörüyle, yayıncısıyla, satışçısı ve dağıtımcısıyla; kendi içinde yarattığı tüm dinamizmle, herhangi bir devlet desteği olmaksızın büyüdü.
Kitap çeşitliliğimiz ve üretim verilerimiz…
2014 yılında 50 bin başlık üretmişiz. Önceleri, yılda 8 bin başlık üretebilen sektörümüz, teknolojinin gelişmesi ve özellikle kültür yayıncılığındaki korsan meselesinin çözülmesiyle yılda 50 bin başlıktan fazla üretmeye başladı. 2015’te 56 bine çıkan başlık sayısı, 2016’da 54 bine düştü. Bunun nedeni, sınav sisteminin bir gecede değişmesi ve 100 bin adet kitabın eğitim yayıncılarının elinde kalmasıydı. 2017’de sektör yeniden kendini toparladı ve önce 60 bin, sonra da 67 bin başlığa ulaştı. Üstelik 2018 gibi, çok ağır bir kriz yaşadığımız bir yılda. 2018’de üretilen başlık sayısının 61 bini basılı kitapken, kalanı sesli kitap ya da e-kitaptı.
Kitap çeşitliliğinin bu kadar arttığı bir süreçte kaç adet kitap yayımladığımıza, yani üretim verilerimize de bakalım. Bağımsız sektörümüz, devletin okullara dağıttığı kitaplar dışında, 2014 yılında 344 milyon, 2015’te 384 milyon, 2016’da 404 milyon, 2017’de 407 milyon, 2018’deyse 410 milyon adet kitap üretti.
200 milyon civarında eğitim kitabı üretiliyor. Fikir Sanat Eserleri Kanunu gereğince, 48 sayfanın altındaki eğitim kitaplarına bandrol yapıştırılmıyor ve bu bölümde de ciddi bir üretim var. Bunları da eklediğimizde, 650-700 milyon civarında bir yıllık üretim adedine ulaşıyoruz. Türkiye nüfusuna oranlarsak, kişi başına 7-8 kitap üretildiğini görebiliriz.
2017’den 2018’e neyi ne kadar yayımladık?
Toplam üretimin içindeki kategorilere de dikkatli bakmalıyız. Öncelikle kültür yayıncılığı olarak tanımladığımız üç alana bakalım. 2017 yılında 25 milyon adet kurgu kitap – roman, şiir, öykü vb – yayımlanmış. Kurgudışı kitaplar 77 milyonu, çocuk ve gençlik kitapları da 41 milyon adedi görmüş.
2017’de eğitim kitapları 209 milyon adet üretimle sektörün %51’ini oluşturmuş. Akademik yayıncılıktaki durum ise pek iç açıcı değil. 4 buçuk milyon öğrencinin bulunduğu ülkemizde 4 milyon kitap üretmişiz. Öğrenci başına sadece bir kitap düşüyor.
Akademik kitaplar yayımlayan bir yayıncı olarak, akademik dünya yayıncılara sahip çıkmadıkça bu tablonun daha kötüye gideceğini, üniversitelerin, ders kitapsız bol bol korsan çoğaltılmış yasadışı fotokopilerden geçilmeyen kurumlar haline geleceğini, bunun da eğitim kalitesini düşüreceğini söylemek kaçınılmazdır. 2018’e geldiğimizde, krizle birlikte edebiyat kitapları (kurgu kitaplar) üretiminde %1,41 düşüş yaşanmış. Kurgudışı %4,04, çocuk ve gençlik kitaplarıysa %1,42 daha az üretilmiş. Yeni yayımlanan kitap başlığında çok büyük değişiklikler görülmese de üretim adetlerinde gözle görülür bir düşüş var.
2019’daki üretim verileri ne durumda?
2019’un ilk 9 ayındaki (Ocak-Eylül) bandrol verileri gösteriyor ki, kurgu kitapların üretiminde %5,13, kurgu dışında da %0,90 artış var. Çocuk ve gençlik kitaplarında ise %10,71 gibi önemli ölçüde bir düşüş var. Bu noktada ciddi alarm veriyoruz.
Türkiye’nin de içinde bulunduğu OECD’nin (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) 2018 yılında 15 yaşındaki çocuklar arasında gerçekleştirdiği ölçümlerde (PISA) bizim çocuklarımız 79 ülke arasında fen bilimlerinde 39., matematikte 41. ve okuduğunu anlamada 40. sıraya girebildi.
Neyi ne kadar üretirsek üretelim, okuma kültürünü iyileştirmek ve geliştirmek en önemli ödevimiz. Bütün bu dijital kuşatmanın altında, çocuklar okuduklarını anlayamazsa, edebiyatla tanışamazlarsa, sosyal bir toplumdan ya da nitelikli insan yetiştirmekten söz edemeyiz.
“Okuma kültürünü iyileştirmeye giden yol, çocuk ve gençlik kitaplarını ne kadar ve nasıl yayımlayabildiğimizden geçiyor.”
Çok soru çözen ama sorun çözemeyen bir nesil yetiştiriyoruz. Öğretmen yetiştiremiyoruz. Köy enstitülerindeki ve öğretmen okullarındaki deneyimi yok sayarak eğitim fakültelerinde öğretmen yetiştirdik. Şimdi o öğretmenler, “Geldiğimiz nokta çöküntüdür,” diyor. İşte bu çöküntünün altından kalkmamızın öncelikli yolu, okuma kültürüne ne kadar eğilebildiğimizden geçiyor.
Yayıncılarımız devlet okullarına girip kitaplarını tanıtamadıkça, çocuk ve gençlik kitaplarındaki bu düşüş devam ettikçe, devlet okulundaki öğrenciyle özel okuldaki öğrencinin eşit koşullarda yarışamadığını görmeye devam edeceğiz. Fırsat eşitliğinin çok önemli bir noktasını daha kaybedeceğiz. Okuma kültürünü iyileştirmeye giden yol, çocuk ve gençlik kitaplarını ne kadar ve nasıl yayımlayabildiğimizden geçiyor. Tüm olumsuz koşullara rağmen bağımsız yayıncılar, bir basiret göstererek, okurla olan bağını koparmamak için üretmeye devam ediyor. Yayıncılarımızın bu dinamizmini doğru anlamalı ve doğru yorumlamalıyız.
Yayıncılık sektörü ne yazık ki, kitap üretiminde yurtdışından ithal ettiği kâğıdı kullanmak zorunda. Ağustos 2018’de döviz kuru birden patlayıp dolar bir gecede fırladığında, fırsatçılar her şeyi sabit dolar üzerinden peşine çevirdiler. Bu gerçek bir kriz ânıydı.
SEKA (Türkiye Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları A.Ş.) döneminde kalite ve teknoloji gelişmiş değildi belki, ama iyi kötü kendi kâğıdımız vardı. 2000’lerin başındaki dalgada SEKA da özelleştirildi. Özelleştirilen fabrikaların üçü kâğıt üretmeyi sürdürdü, biri kapatıldı, geri kalanların da arsaları ya da makineleri satıldı. Türkiye, kâğıt gibi stratejik bir meselede, yayıncısıyla, gazetecisiyle, yazarıyla, okuruyla, nereye gideceği belli olmayan bir hesapsızlığın içinde kaldı. Devlet bu noktada, ya özel sektörü teşvik etmeli ya kendi kâğıt endüstrisini yeniden kurmalı ya da ithal kâğıt sorunuyla ilgili bir önlem almalı.
Bu krizle birlikte, 2016’da 6 milyar lira olan yayıncılık sektörünün büyüklüğü, 2017’de 5 milyar liraya düştü. Ağustos 2018 krizinde, yayıncılık sektörünün iki büyük tedarikçisi iflas ve konkordato ilan etti. Konkordato ilan eden tedarikçiler, “Biz yanlış çalıştık, kâr etmedik, yanlış iş modelleri kurduk ve bu yüzden battık,” dediler. “Ben size borçlarımı şu an ödemeyeceğim. Alacaklarımı toplayacağım, olduğu zaman da size öderim. Benden alacağınız ve kâğıtçıya, matbaaya, yazara ödeyeceğiniz parayı bankadan kredi alarak halledin,” gibi ifadeler kullandılar. Ancak bunun bedelini konkordato ilan eden değil, tüm sektör ödemek zorunda kaldı. Kâğıdından telife kadar tüm maliyetlerini peşin ödeyen yayıncılar büyük çıkmaza girdi.
Girilen bu çıkmazda biz yayıncıların hiç mi suçu yok? İğneyi biraz da kendimize batırmalıyız. Çok büyük bir dünya gibi görünse de, yayıncılık gerçekte küçük bir dünyadır. Eskiden ustalarımız iki temel şeyi vurgulardı: Kâr etmiyorsan ticaret yapma. İş yoksa yine yapma. Dağıtımcıların, yayıncılardan 8 aya varan vadelerle kitap alması, aslında gelecekte batacağının da belirtisiydi. Biz yayıncılar, bu yanlış modeli görmezden geldik.
Bütün bu kriz ortamında, bağımsız kitapçıları ortadan kaldırabilecek bir sürü olumsuz şey yaşandı. Örneğin, bir okur kitabevine geliyor, almak istediği kitabın fiyatını soruyor. Kitapçı “20 lira” dediğinde, okur internet mağazasındaki %35 indirimi gösterip almaktan cayıyor. Bu gibi örnekler, aslında yapısal sorunlarımıza işaret ediyor. Bizden 300 yıl daha ileride, yapısal sorunlarını çözmüş olan Kıta Avrupası’nı bu anlamda iyi izlemeliyiz.
Yeni bir yol: Sabit fiyat yasası!
Tüm sıkıntılarımızın içinden sıyrılmak için yeni bir modele ihtiyaç var. Kitabı ne kadar üreteceğimizi, ne kadar dağıtacağımızı, ne kadar satacağımızı, tekrar baskıya ne zaman gireceğimizi, işimizi ne zaman, nasıl geliştireceğimizi, okul tanıtımlarını nasıl yapacağımızı gösterebilen bir modele ihtiyacımız var. Yürüdüğümüz yol bitmek üzere ve bizim yeni bir yola ihtiyacımız var. Bu yollardan en önemlisi olan sabit fiyat yasası Batı’da uygulanıyor. Bu yasayı, kültürün korunması ya da yazılı kültürün korunması olarak da yorumlayabiliriz. Uygulamanın önderlerinden Almanya ve Fransa’nın kendi sabit fiyat yasaları var. Almanya’da yayıncı, ilk 18 ay için kitabının fiyatını kendi belirliyor ve değiştirmiyor. Üstelik her firmanın tek dağıtımcısı var. Sabit fiyat yasasını ülkelerinde uygulayanlar şunu diyor: “Ben yayıncılığı, eğitimi, edebiyatı, kültürü, sıradan rekabet kurallarının eline bırakmayacağım; üreteni, yazanı, yaratıcı emeği koruyacağım.” Peki nasıl koruyor? Yayıncının belirlediği fiyat neyse, kitap her yerde o fiyattan satılıyor. İster internette, ister kitabevlerinde… İster devlet alsın, ister kütüphane alsın, fiyat değişmiyor.
“İnternet indirimleri olmazsa piyasa çöker, kitap fiyatları da yükselir,” yorumları yapılıyor bazen. Oysa durum hiç de öyle değil. Dünyanın en önemli internet mağazalarından biri Almanya’da indirimsiz kitap satıyor. Kitap pazarından %19 dolayında bir pay kapmış. Demek ki sektör indirimsiz de ayakta kalabiliyor. Yasanın uygulandığı ülkelerdeki maksimum internet indirimleri; Fransa’da %5, İtalya’da %10, İspanya’da %15.
Kitabevlerini korumak!
Öte yandan, bu ülkeler sabit fiyat uygulamasının yanı sıra başka şeyler de yapıyor. Örneğin, Almanya’da 10 binin üzerinde kitapçı var. Her kitabevi, okurun talep ettiği her kitabı getirmek zorunda. Aynı zamanda internet sitesi de olan bu kitapçılar, talepleri online olarak da karşılıyor. Kitabevi dediğimiz, kültür hayatının devam ettiği yerdir. Söyleşileriyle, yazar sohbetleriyle, okur buluşmalarıyla… Bu nedenle kitabevlerini korumak için yasa çıkarmışlar. Devlet, halk kütüphanelerine, okul kütüphanelerine, sınıf kitaplıklarına kitap alırken, en fazla %9 indirim yapılıyor.
Yayıncılık sektörümüz, dağıtım sorunlarını çözdüğü ve parasının da zamanında tahsil edileceği bir yapılanmaya gidemediği koşullarda hep zorlanacak. Üretimin peşin ödemeli bir yapıyla, tahsilatın ise vadeli bir yapıyla sürdürülmesi, iktisadi anlamda en zorlu noktalardan. Geldiğimiz noktada, ancak dayanışma içindeki bir yayın sektörü, yazarıyla, yayıncısıyla, dağıtımcısıyla, tedarikçisiyle, kitabevleriyle, hep birlikte ayakta kalabilir. Yıkıcı indirim politikalarının önüne geçemezsek, yayıncılığımız itibarını koruyamayacak. İtibarımızı korumak için de yeni bir yapı kurmak zorundayız. Bu yıkıcı indirim uygulamalarını sürdürmek, konkordato ilan etmiş kurumların yarattığı sıkıntıdan
ders almamak demektir.
Önümüzdeki birincil ödevlerden biri olan “kültürü koruma kanunu”na ihtiyacımız var. Çalışmalarda önemli bir aşamaya geldik. Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere ilgili bakanlıklara da bu çalışmalarımızı sunacağız. Yayıncılığa ve kitaba emek verenler olarak, yeni bir yol bulamazsak önümüzdeki virajları alamayız. Yeni bir yol bulursak, kültürel anlamda eminim güzel bir ortama doğru ilerleyeceğiz.