Yazarın boy aynası
Yazarlık, editörlük, kütüphanecilik ve dergicilik gibi zengin kimlikleri birleştiren Faruk Duman, deneyimli editör Sevengül Sönmez’in sorularıyla kendisine tuttuğu “boy aynası”na yansıyanları dillendiriyor, bir entelektüelin içdünyasına ilişkin merak edilenleri yanıtlıyor.
Sevengül Sönmez: Sevgili Faruk, genç yaşından bu yana edebiyat verimini yükselten, yenilenen, değişen, yeni denemelerden çekinmeyen bir yazarsın. Kütüphanecilik, dergicilik ve editörlük gibi deneyimlerinle de yayıncılığa farklı noktalardan temas ettin. Öncelikle, hem yazar hem editör olmak nasıl bir deneyim?
Faruk Duman: Hem yazar hem editör olmak berbat bir şey. Üniversite yıllarında bir virüs gibi hayatıma girdi, bir daha da iflah olmadım. O yıllarda Edebiyat Postası adlı bir dergi çıkarmıştık. Daha geriye gidersek, çocukluğumda da kitap tasarlamayı seviyordum. Bir daktilom vardı. Onun harfleri gerçek kitap harflerine benzediği için, “Acaba bununla kendi kitabımı üretebilir miyim?” diyerek bir şiir kitabı yazmıştım. Hatta tek olmasın, gerçekten yayımlanmış gibi olsun diye birkaç kopya yapmıştım. Ya ressam ya da yazar olacaktım. Lisede bir hesap yaptım; boyalar çok pahalıydı, ama yazarlık için bir defter bir de kalem yetiyordu. Üniversitede okumaya ve yazmaya zamanım kalır, daha doğrusu işim olur diye kütüphanecilik bölümüne girdim. Askerde de sonrasında da kütüphanecilik yaptım. O zamandan beri kitaplar ve yayıncılık, hayatımdan hiç çıkmadı. İlk kitabım 1997’de yayımlandığında, İlknur Özdemir ve Erdal Öz’le tanıştım. İlknur Hanım’a, “Ben editör olmak istiyorum,” demiştim. Üç yıl sonra beni arayıp çağırdığında, İstanbul’daki yayıncılık sürecim başladı.
Aynı bedende “bir yazar, bir editör”!
SS: Yazarlık ve editörlük, kitapla ve yazıyla uğraşmak anlamında benzer görünse de aslında birbirinden çok ayrı iki iş. Birbirinden keskin sınırlarla ayrılması gereken zamanlar da var. Sen uzun yıllar, Türkiye’nin önemli yayınevlerinden Can Yayınları’nda bu iki işi bir arada sürdürdün. Dünyada çokça önemli örneği var bunun. Italo Calvino’nun işi editörlüktü, ama yazar olarak da verimini sürdürüyordu. Türkiye’de de Memet Fuat’a kadar pek çok entelektüel, yayıncılığı iş edinip öte taraftan çevirmenlik yaparak ya da kendi metinlerini üreterek bu geleneği devam ettirdi. Bir yazar ve bir editör, aynı bedenin içinde nasıl mücadele ediyor birbiriyle ?
FD: İlk öykülerim yayımlandığında, bunların özellikle dil yapısından dolayı satmayacağı, okunmayacağı, insanların o öyküleri anlamayacağı yönünde hem görüş hem eleştiri aldım. Bilkent Üniversitesi’nin kütüphanesinde çalışırken rafta kendi kitabımı buldum. Öğrenciler kendilerine ödev verildiği için alıp okumuş olacaklar ki, ilk kitabım Seslerde Başka Sesler ’de 40-50 civarında imla hatası bulmuşlar, bol bol altını çizmişler. Bu beni vazgeçirmedi. Çünkü hem konu hem de dil nedeniyle yazıyordum. Can Yayınları’nda editörlüğe başladığım zaman, bu bende büyük bir zorluk yarattı.
İlknur Hanım ve Erdal Bey’den öğrendiğim ilk şey şuydu: “Burası büyük bir yayınevi ve bir kurum. Okur ya da yazar olarak, kendi edebiyat anlayışını, beğenini kitaplara yansıtma şansın yok.” Dolayısıyla, başka edebiyat biçimlerine, tarzlarına açık olmanın ne kadar zor olduğunu, ne gibi güçlükler doğurduğunu gördüm. Enis Batur bir sohbetimizde, “Tüm gün üzerinde çalıştığın dosyayı saat beşte unutman gerekiyor, yoksa yazı yazamazsın,” demişti. İlk yıllar çok zorlandım, yazı yazamadım. Hatta, o dönem yazdığım kitaplardan birini hiç beğenmediğimi çok sonraları fark ettim. Hem editörlükte hem yazarlıkta bir üslubunuz varsa, onu koruyacak bir kimlik edinmeniz gerekiyor. İşte o noktada çok zorlandım.
Özellikle bazı metinlerin farkına varabilmek için, objektif editör bakışını elde etmek gerekiyor. En çok zorlandığım konu, yazdığım yazıda inat etmek oldu. “Ben böyle yazacağım ve ölene kadar da bunu geliştirerek yazacağım,” diyorum, bunu bozacak şeylerden de uzak duruyorum. Okurluğum da böyledir. Okuduğum şey, benim bakışımın dışındaysa, ne kadar iyi olursa olsun onu yarım bırakırım.
SS: Yazar-editör için en zor kısımlardan biri de başvuru dosyalarını reddetmek olmalı, değil mi? Önceki sorunun cevabında belirttiğin gibi, yazar kimliğinin getirdiği edebiyat beğenisinin dışında bir seçim yapmak gerekiyor. Karşındaki yazara ya da yazar adayına dosyasının reddedildiğini söylediğinde, yazar Faruk Duman’la editör Faruk Duman karşı karşıya geliyor muydu? Nasıl yürüttün bu süreci?
FD: Bu süreçte çok yoğun çalıştım. Yayına hazırladığımız kitapların metin çalışması dışında, yılda 500 civarında dosya başvurusu okuduğum olmuştu. Hepsini okudum, çünkü başvuran kişilerden biri çıkıp da, “Dosyam neden reddedildi?” diye sorarsa, ona bir şey söyleyebilmem gerekirdi. O gerekçeyi tutarlı biçimde aktarabilmek için birer paragraflık raporlar tutuyordum. Erdal Öz, “Gerçekten sevdiğiniz kitaba olumlu yanıt verin,” demişti. Yayıncılığımızda, Yaşar Nabi’den beri edebiyatçı editörler vardı. Memet Fuat da bunun son örneklerinden biriydi. Editörün okur olarak okuyup sevdiği bir kitaba şans vermesi, bizim için bu işin kurallarındandır.
Öte yandan, dosya sahipleri de artık çok acele ediyor. Bir arkadaş, yayınevine çok ümit verici bir dosyayla geldi, ben de biraz konuşalım dedim. Yaklaşık iki buçuk saat ayırdım, bir sürü şey anlattım ona. Notlar aldı ve sonra virgülüne dokunmadan kitabını yayımlattı. Sonra bir daha hiç görmedim onun imzasını. İşte burada bir acelecilik var, uğraştığı sanatın toplumsal kısmını küçümseme var, zincire kolayca eklenme çabası var. Oysa bu aceleciliğe de bu özgüvene de lüzum yok. Edebiyat, yeni bir yazar için aslında hem çok sevmesi hem de çok korkması gereken bir şey, bana göre.
Edebiyata küsen yazarlarımız…
SS: Yazar-editör olmak, olumsuzlukları ağır basıyor gibi dursa da, bir okuma kanalı oluşturmak açısından, yayıncının temel görevlerinden birinin, yayın yaptığı dilde kanonu oluşturan metinleri yan yana koymak olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda Memet Fuat, Türkçe’de okuma kanonu oluşturan bir yayıncıydı. 1990’lı yıllar da, özellikle genç öykücülerin öykülerini yayımlatabildiği, yayıncıların genç öykücüleri desteklediği bir dönemdi. Böylece bir türün gelişmesi sağlandı. Yazar-editör bir kanon oluşturabilir mi sence?
FD: Burada belirleyici olan, koşulların getirdiği şeylerdir. 1990’lı yıllarda öykü yazan bizim kuşakta, belirli bir edebiyat düzeni oluşmuştu. Onların bazısı hâlâ iyi bir okurkitlesine sahip. Ancak o kuşaktan sonra çok şey değişti. Bugün çok yetenekli arkadaşların kitapları çok çabuk kayboluyor. Bu artık, onları ortaya çıkaran editörün elinde olmayan bir durum. Eleştirinin, edebiyat dergilerinin, akademinin de bir çabası var.
1980 öncesinde yılda 30 edebiyat kitabı yayımlanırken, bugün yılda 300-400 kitabı aşmış durumdayız. Bu bile, yeni yazarların çok çabuk kaybolmasına yol açabiliyor. Çok insanın, çok yazarın hevesi kırılmıştır bu yüzden. 15 yıllık editörlük yolculuğumda, edebiyata küsen birçok arkadaş tanıyorum. Belki inat etmeleri, görünmemeyi umursamamaları gerekirdi. Ancak artık editörün öyle bir gücü kalmadığını düşünüyorum. Kanon, bugün için büyük bir söz gibi geliyor bana. Edebiyat editörlerinin oluşturduğu listeler çok çabuk değişiyor, yayınevleri o listelerden çok çabuk vazgeçiyor.
SS: Erdal Öz, seni, Cemil Kavukçu’yu ve çevirmenleri yayınevinin içinde tutarak, edebiyatı merkeze alan bir yayıncılık yapmıştı. Bugün Can Yayınları’nda çalışmıyorsun. Hem kitaplarını başka bir yayınevinde yayımladığın için, hem de dergicilik emeğinle tanıyorsun bu dünyayı. Bugün editörlerin çalışma alanlarını nasıl görüyorsun?
FD: Yayınevlerinin kimlikleri değişmeye başladı. Erdal Öz, Fethi Naci ve Semih Balcıoğlu gibi isimlerin zamanındaki, yayıncının aynı zamanda yazar olması ve edebiyat merkezli bakması durumu değişti. Sektör büyüyor. Erdal Bey kötü bir kitap yayımladığında, “Bunun sayesinde sizin kitaplarınızı da yayımlayabiliyorum,” derdi, bir şans verirdi. “Türk edebiyatını beslemiyorsa, değerlendirmiyorsa, o yayıncı benim gözümde yayıncı değil,” derdi. Değişen bu koşullarda bunu, bana da sirayet etmiş bir dinozorluk olarak görüyorum.
İlk okur, ilk eleştirmen: Editör!
“Yazan kişi, güçlü ve inatçı bir duruşa sahip olmalı. Atölyelerde, dilin nasıl kullanılacağı ve teknik anlamda kısa yollardan söz edilebilir ancak.”
SS: Bu yorumun, genç editör arkadaşlara hatırlatmamız gereken en önemli şeylerden biri olabilir. Eleştiriye gelirsek, Tanıl Bora editörü, “Bir metnin ilk okuru ve ilk eleştirmeni” olarak tanımlıyor. İyi editör olmak isteyen birinin, metni eleştirebilmesi gerekiyor. Bu eleştiri geleneğine dahil olmak için de öncelikle iyi okur olmak gerekir. İyi okur değilseniz, iyi editör olma ihtimaliniz yoktur. Metnin ilk eleştirmeni olan editör metne ne katar? Senin editörlerin olduysa, sana nasıl yardım ettiler?
FD: Şimdiye kadar benim hiç editörüm olmadı, ama yayınevi değiştirdikten sonra oldu. Reddettiğim dosya sahiplerine sunduğum gerekçelendirme, o metnin üzerinde bir eleştiri çalışması yapıldığını gösteriyor. Aslolan metni beğenip beğenmediğinizi ifade etmek değildir; bir gerekçearamak ve bulabilmektir. Bu, reddedilen dosya ve sahibi için de faydalıdır, çünkü sunulan yapıcı bir eleştiridir.
Öykü atölyelerinde, metne yönelik eleştirinin yapıcı gücünü fark ettim. Öykü atölyelerinde, gördüğüm kusurları aktardığım zaman, öykü yazan arkadaşların yazdıklarındaki değişimi görebiliyorum. Bunu öncelikle yazarın algılaması ve kabul etmesi gerekir. Maalesef değişen koşullardan dolayı, genç yazarlarda çok işlemeyen bir durum bu. Ama usta yazarlarımızla bile, “Bu 50 sayfa fazla, buraya biraz bakalım,” dediğimi ve birlikte o bölümü çalıştığımızı hatırlıyorum.
Kitabın kurgusunu çözümleyip onu yazarla paylaştığınız zaman faydalı sonuçlar elde ediyorsunuz. Çalıştığım bir kitapta, “Bir türlü kitaba giremiyorum, bir türlü başlamıyor,” yorumunu yaptım. Yazar arkadaşım da bunu özellikle yaptığını ve romana giremeyen okurların kitabı bırakabileceğini, zaten onların kendisinin okuru olmadığını söyledi. Sonrasında, “Romana bir türlü giremiyoruz!” diyen yüzlerce telefon aldım. Eleştirmenlerin yaptığı gibi kavramlar ve kusurlar üzerinden de sonuca varabilirsiniz, ama bunu parçalama yöntemiyle ve çeşitlendirerek olay örgüsünden ve dilden romanın iletisine kadar pek çok açıdan da yapabilirsiniz. Bu yolculuk editörle başladığı için metnin ilk eleştirmeni de odur.
“Edebiyat, yeni bir yazar için aslında hem çok sevmesi hem de çok korkması gereken bir şeydir.”
Ürpertici bir konu: Yazar koçluğu…
SS: Edebiyatımızda yayıncı, keşfeden ve destek veren kişi olarak yazarın yetişmesini sağlıyordu. 1990’ların başında Sema Kaygusuz, Can Yayınları’na ilk dosyasını getirdiğinde kitapsız bir yazardı ve açılan o yol, onun yazarlık serüvenini güçlendirdi. Tecrübeli bir editörden, yazar adayını yetiştirmesi bekleniyor. Bugün, editörün artık bir yazar koçuna dönüşmesi durumu var mı?
FD: Bugün öyle görünmüyor. Eskiden edebiyat dünyası daha sınırlı olduğu için genç yazarın, birtakım usta yazarlara ulaşması daha kolaydı, şimdi bu yok. Sanatın bir dalından söz ediyoruz. Doğal olarak, bireysellik ve kişisellik var, içeriğin dolması için editörün yapacağı pek bir şey yok. Atölyelerde editörlerin yardımıyla, Türkçe’ye daha hâkim metinler çıkabiliyor. Ama o birikim yazarın kendisinde yoksa kültürel boşluğu görebiliyorsunuz. Sanat o noktada eksik kalıyor. Örneğin, bazı öykücülerin çalışmalarında, “Şu fotoğrafın öyküsünü yazar mısın ?” deniyor. Bu bana çok garip geliyor. Aynı şeyi Victor Hugo’ya da söyleyebilir misiniz ? Bu bir sanat. Yazan kişi, güçlü ve inatçı bir duruşa sahip olmalı. Atölyelerde, dilin nasıl kullanılacağı ve teknik anlamda kısa yollardan söz edilebilir ancak. Yazar koçluğu, çok anlamadığım ve beni ürperten bir konu.
SS: Bazı örnekler var ki, yayınevine gelen dosyalar tümüyle iyileştiriliyor. Aslında yazar olmayan bazı kişilerin getirdikleri metinleri yazıya dönüştüren editörler de var.
FD: Nietzsche, “Siz malzemeye hâkim değilseniz, o malzemeyle edebiyat yapamazsınız, o malzemeyle derinleşemezsiniz,” diyor. Özellikle dilin kullanılması, yazarın derinliğine bağlı bir şey. Kıyafetini düzeltip içine derinlik koyamazsınız. Dolayısıyla bir metin, eğer editör tarafından çok iyi hale getirildiyse, onun savrukluğu ve tecrübesizliği devreye girmiş demektir.
Her şeyi basmak isteyen bir yayıncılık!
SS: Bugün yayıncı, her şeyi yayımlamak isteyen haline geldi. Özellikle açığa çıkan telifler, önümüzdeki beş yıl içinde ortaya çıkabilecek ciddi problemlere işaret ediyor. Türkçe’nin önemli yazarlarının telif hakları kamusallaşacak ve bütün yayınevleri onların eserlerini yayımlayabilecek. 2019’da bazı örnekler gördük. Yakında bu isimlere Orhan Veli ve Sait Faik de eklenecek. Senin kıymetli bir yorumun var bu konuda. “Yayınevinin kendisi bir eserdir ve yayıncılar, yayınevinin eser olduğunu unuttular,” demiştin.
FD: Yayınevi açısından kitabı içeriğiyle, görünüşüyle ve yan yana geldiğinde oluşan listeyle bir bütün olarak görmek gerekir. Yakın zamanda gittiğim bir kitap fuarında, bütün yayınevlerinin masaları aynıydı. Ticari olarak doğrusunu yanlışını bilmem, ama yazarken inat ettiğim bir kıskançlığım var. Bunu, yayınevleri ve dergiler açısından da düşünüyorum. “Öyle bir şey yapayım ki sadece bende olsun!” ya da “Öyle bir kapak yapayım ki sadece bende olsun!” inadını, algısını korumak gerek. Çünkü bu aynı zamanda okura karşı da yayınevini adres gösteren bir tavırdır.
SS: Geleceğe ve okurlara dair değerlendirmen nedir? Okurlardan umudumuzu kesmezsek, yayıncılar da işini daha iyi yapmaya devam edecek ya da bunu öğrenecek gibi. Ben böylece, gelecek nesillerin daha iyi metinlerle karşılaşacağını düşünüyorum.
FD: 15 yıl boyunca yayıncılarımıza özellikle kitap seçimi, yayınevi, kapak konularında söylediğim hiçbir şeyi dinletemediğim için gelecekle pek ilgilenmiyorum. Artık sadece yeni romanlarımı yazmak istiyorum. E-kitap okuyamıyorum bir türlü, o yüzden gelecek kuşaklar ne yapar, onu da bilemiyorum. Ancak, edebiyatın sanat yönünden tabii ki umut kesilmez. Gençlerden de umut kesilmemeli. Geçen yıl, son romanımla ilgili olarak liselerde söyleşilere gittim. Gençlerin müthiş eleştirilerine ve görüşlerine tanık oldum. Bazısı kendi de yazıyor ve bana gönderiyor. Ben de elimden geldiği kadarıyla yetişmeye çalışıyorum. O açıdan ümitsizlik yok.